10 Ekim 2012 Çarşamba

Doğa/Taşra Temsilinde Umut


                      Jan Nepomucen Głowacki - Dolina Kościeliska Vadisi (1840)

O ağır ve heybetli
çarmıhları sırtladıkları dağdan
Gördüler: Uzaklarda, çok uzaklarda
Vaat edilmiş toprakları.
Mavi hareli bir ışığa
Yürüyordu bu ulus – içinden vadilerin.
Hiçbir zaman varamayacakları bu ülke
Noksan bırakacak hayat ziyafetlerini,
Belki bir vakit gelecek, unutulacak her biri.

Zygmunt Krasiński'nin (1812-1859) kaleme aldığı bu şiir, 19. Yüzyıl'da cereyan etmiş muhtelif fikir melodilerinden en önemli ikisini, Romantizm ile Milliyetçiliği en kusursuz şekilde harmanlaması bakımından önemlidir. Bu türküde umutların mavi haresi, bir dağın eteklerinde düşe kalka yürüyen bir ulusun yorgun gözlerinde belirir. Vadilere binbir eziyetle inilir. Zorluklar tükenmek bilmez. Ayakta kalmak güçtür; Krasiński'ye göre vaat edilen topraklara hiçbir zaman ulaşılamaz. Zaten kısacık olan insan ömrünü daha da acımasız kılacak olan ise müphem bir mavilikte esin bulan bu umuttan başka bir şey değildir. Krasiński adeta umudun karmaşık psikolojik yapısının topografik temsilini ortaya koymaktadır. Umut, bu epik yolculuk neticesinde ölümü ve zorlukları alt etmeyi düşleyen insanın, “nihai sona” – ölüme – yürüyüşündeki tek refakatçidir.

Bu örneğin taşra “temsili” konusu bakımından çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Arapça'dan dilimize yadigâr temsil kelimesi köken itibariyle “benzemek”ten [muṩül] türer. Latincede tekabül ettiği kelime ise İngilizce'dekine benzer şekilde “repraesentātiōn”dur. Burada bizi ilgilendiren nüans ise re+prasentare kelimesinin tam olarak “(bir şeyi)-göz-önüne-koymak” anlamına gelmesidir. Bu bağlamda yukarıda gördüğümüz şiir, taşranın temsili yoluyla muayyen bir halet-i ruhiyenin ifşası, açığa çıkarılmasıdır.

Bu şekilde gerçekleştirilecek fenomenolojik bir analiz, taşra temsilini icra eden sanatçının tahlilini yapma fırsatını sunuyor bizlere. Krasiński'nin doğanın muhtelif unsurlarını kullanarak bir ideyi ne şekilde ortaya döktüğünü tartışmıştık. “Melodi” adlı şiirde şair, bize ölümün umutla olan trajik ilişkisini ortaya koymaktadır. Söz konusu trajedi, doğaya atfedilen bir ikililik sonucu kristalleşir: Umut eken çilekeşler, vaat edilen ülke üzerinde tüten mavi ışığa baka baka, yavaş yavaş ölüm biçerler. Bu ülke, Odysseia'nın Sirenleri gibi cezbedici ve öldürücüdür.

Mitolojik-romantik temsil unsuru olarak doğa/taşra, Krasiński'nin çağdaşı olan Charles Baudelaire'de tam anlamıyla yapıbozumuna [deconstruction] uğrar. Baudelaire'in doğa temsilinde umuda yer yoktur. Patikaların yılankavi izini süren okuru, yolun ortasında çiçek bahçeleri değil bir leş karşılar:

Güneş parlıyordu pişirip kotarmaya
Üstünde bu çürüntünün
Geri verebilmek için büyük Doğa'ya
Çattığından yüz kat üstün

Ve gök bakıyordu bu yaman iskeletin
Açmasına çiçek gibi.
Bayıldım sanırdınız, çimenlikte etin
Kokusu bir keskindi ki” [1]

Baudelaire bu dizelerde çağdaşlarının doğa temsilini eleştirmektedir: Ekseriyetle aklın ve bilginin simgesi olarak yüceltilen Güneş, kavurucu bir sıcaklıkla bedeni çürüten, acımasız bir tirana dönüşmüştür. Doğa ise günün nimetinden kendini esirgememekte; “sinekleri”, “kurtçukları”, “köpekleri” bu ziyafete davet etmektedir. Bu doğa/taşra eleştirisiyle Baudelaire, günümüzde de sürmekte olan, doğaya içkin bir kutsal arayışını hicveder. Ünlü eserine başlığını verdiği Kötülük Çiçekleri'nden sezinleyebileceğimiz üzere Cehennem, Dante'nin dehlizlerle, kükürt denizlerle, grotesk figürlerle bezediği bir hayal dünyası olmaktan çıkıp tam manasıyla dünyevileşmiştir. Sekülerleşmiş, esrarını yitirmiş modern dünyada bu çiçek, ancak leşlerin arasında belirir; güzel bir kadının saçlarından kaldırımlara düşmektedir.

Yazımı tamamlamadan önce Nuri Bilge Ceyhan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da adlı filmine gönderme yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Nitekim bu filminde Ceylan, Baudelaire'i anımsatan kara mizahını Cumhuriyet ideolojisinin yapı taşlarından olan Anadolu temsilini yerle bir etmek için kullanmaktadır. Sözde bereket fışkıran toprakların yerini bitmek bilmeyen çorak topraklar almıştır. Doğanın muhtelif meyvelerini esirgediği insanlardan her biri, bu iç bunaltıcı yoksulluğun bir aynası olmuş gibidir. Bu hiçbir zaman “gitmediğimiz” ve “varmadığımız” köyün, masumiyet ve çalışkanlığın kurtarılmış bölgeleri olmaktan çok onlarca yıldır beslediğimiz hüsnükuruntuların mezarı olduğunu anlarız.

[1] Charles Baudelaire, Les Fleurs du mal [Kötülük Çiçekleri], (çev.) Sait Maden (Çekirdek Yayınları, 2001), pp. 70-73. Une Charogne [Bir Leş] içinde.

                                                                                                                       
                                                                                                                           Buğra Yasin
                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder