O ağır ve
heybetli
çarmıhları
sırtladıkları dağdan
Gördüler:
Uzaklarda, çok uzaklarda
Vaat edilmiş
toprakları.
Mavi hareli bir
ışığa
Yürüyordu bu
ulus – içinden vadilerin.
Hiçbir zaman
varamayacakları bu ülke
Noksan bırakacak
hayat ziyafetlerini,
Belki bir vakit
gelecek, unutulacak her biri.
Zygmunt
Krasiński'nin (1812-1859) kaleme aldığı bu şiir, 19. Yüzyıl'da
cereyan etmiş muhtelif fikir melodilerinden en önemli ikisini,
Romantizm ile Milliyetçiliği en kusursuz şekilde harmanlaması
bakımından önemlidir. Bu türküde umutların mavi haresi,
bir dağın eteklerinde düşe kalka yürüyen bir ulusun yorgun
gözlerinde belirir. Vadilere binbir eziyetle inilir. Zorluklar
tükenmek bilmez. Ayakta kalmak güçtür; Krasiński'ye göre vaat
edilen topraklara hiçbir zaman ulaşılamaz. Zaten kısacık olan
insan ömrünü daha da acımasız kılacak olan ise müphem bir
mavilikte esin bulan bu umuttan başka bir şey değildir. Krasiński
adeta umudun karmaşık
psikolojik yapısının topografik temsilini ortaya koymaktadır.
Umut, bu epik yolculuk neticesinde ölümü ve zorlukları alt etmeyi
düşleyen insanın, “nihai sona” – ölüme – yürüyüşündeki
tek refakatçidir.
Bu
örneğin taşra “temsili” konusu bakımından çok faydalı
olduğunu düşünüyorum. Arapça'dan dilimize yadigâr temsil
kelimesi köken itibariyle “benzemek”ten [muṩül] türer.
Latincede tekabül
ettiği kelime ise İngilizce'dekine benzer şekilde
“repraesentātiōn”dur. Burada bizi ilgilendiren nüans ise
re+prasentare
kelimesinin tam olarak “(bir şeyi)-göz-önüne-koymak” anlamına
gelmesidir. Bu bağlamda yukarıda gördüğümüz şiir, taşranın
temsili yoluyla muayyen bir halet-i ruhiyenin ifşası, açığa
çıkarılmasıdır.
Bu
şekilde gerçekleştirilecek fenomenolojik bir analiz, taşra
temsilini icra eden sanatçının tahlilini
yapma fırsatını sunuyor bizlere. Krasiński'nin doğanın muhtelif
unsurlarını kullanarak bir ideyi ne şekilde ortaya döktüğünü
tartışmıştık. “Melodi” adlı şiirde şair, bize ölümün
umutla olan trajik ilişkisini ortaya koymaktadır. Söz konusu
trajedi, doğaya atfedilen bir ikililik sonucu kristalleşir: Umut
eken çilekeşler, vaat edilen ülke üzerinde tüten mavi ışığa
baka baka, yavaş yavaş ölüm biçerler. Bu ülke, Odysseia'nın
Sirenleri gibi cezbedici ve öldürücüdür.
Mitolojik-romantik
temsil unsuru olarak doğa/taşra, Krasiński'nin çağdaşı olan
Charles Baudelaire'de tam anlamıyla yapıbozumuna [deconstruction]
uğrar. Baudelaire'in doğa temsilinde umuda yer yoktur. Patikaların
yılankavi izini süren okuru, yolun ortasında çiçek bahçeleri
değil bir leş karşılar:
“Güneş
parlıyordu pişirip kotarmaya
Üstünde
bu çürüntünün
Geri
verebilmek için büyük Doğa'ya
Çattığından
yüz kat üstün
Ve
gök bakıyordu bu yaman iskeletin
Açmasına
çiçek gibi.
Bayıldım
sanırdınız, çimenlikte etin
Kokusu
bir keskindi ki” [1]
Baudelaire
bu dizelerde çağdaşlarının doğa temsilini eleştirmektedir:
Ekseriyetle aklın ve bilginin simgesi olarak yüceltilen Güneş,
kavurucu bir sıcaklıkla bedeni çürüten, acımasız bir tirana
dönüşmüştür. Doğa ise günün nimetinden kendini
esirgememekte; “sinekleri”, “kurtçukları”, “köpekleri”
bu ziyafete davet etmektedir. Bu doğa/taşra eleştirisiyle
Baudelaire, günümüzde de sürmekte olan, doğaya içkin bir kutsal
arayışını hicveder. Ünlü eserine başlığını verdiği
Kötülük Çiçekleri'nden
sezinleyebileceğimiz üzere Cehennem, Dante'nin dehlizlerle, kükürt
denizlerle, grotesk figürlerle bezediği bir hayal dünyası
olmaktan çıkıp tam manasıyla dünyevileşmiştir. Sekülerleşmiş,
esrarını yitirmiş modern dünyada bu çiçek, ancak leşlerin
arasında belirir; güzel bir kadının saçlarından kaldırımlara
düşmektedir.
Yazımı
tamamlamadan önce Nuri Bilge Ceyhan'ın Bir
Zamanlar Anadolu'da
adlı filmine gönderme yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Nitekim
bu filminde Ceylan, Baudelaire'i anımsatan kara mizahını
Cumhuriyet ideolojisinin yapı taşlarından olan Anadolu temsilini
yerle bir etmek için kullanmaktadır. Sözde bereket fışkıran
toprakların yerini bitmek bilmeyen çorak topraklar almıştır.
Doğanın muhtelif meyvelerini esirgediği insanlardan her biri, bu
iç bunaltıcı yoksulluğun bir aynası olmuş gibidir. Bu hiçbir
zaman “gitmediğimiz” ve “varmadığımız” köyün,
masumiyet ve çalışkanlığın kurtarılmış bölgeleri olmaktan
çok onlarca yıldır beslediğimiz hüsnükuruntuların mezarı
olduğunu anlarız.
[1]
Charles Baudelaire, Les
Fleurs du mal
[Kötülük Çiçekleri], (çev.) Sait Maden (Çekirdek Yayınları,
2001), pp. 70-73. Une
Charogne
[Bir Leş] içinde.
Buğra Yasin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder