23 Ekim 2012 Salı

Neden dünyanın sona ermesini istiyoruz?




Nükleer felaket, meteor çarpması, uzaylı istilası, devasa depremler, buzulların erimesi, toprakların verimsizleşmesi, ölülerin canlanması, hayvanların garip mutasyonlara uğraması..Bir zamanlar capcanlı şehirlerin artık sokaklarında tek bir insanın bile dolaşmaması. Yabani bitkilerin modern yapıları sarıp sarmalaması. Çürümeye bırakılan alışveriş merkezleri, yıkık dökük gökdelenler..Biraz yemek ya da su uğruna birbirini öldürmeye hazır insanlar..

Bu temaları işleyen kimbilir kaç film, kaç kitap, kaç bilgisayar oyun yapılmıştır? Bana öyle geliyor ki bir yanımızla modern dünyanın sonunu arzuluyoruz. Zaten herhangi bir ütopya ya da distopyanın gerçekleşebilmesi için gerekli bir önkoşul bu. Düşünsenize, yarın sabah kalkıp işe gitmeniz gerekmeyecek. Kira ödemeniz, fatura yatırmanız, akraba ziyaretine gitmeniz, askerlik yapmanız, çocuk doğurmanız gerekmeyecek. Sadece hayatta kalmaya çalışacaksınız, her gün. Bu, belki de en zor mücadele, ama bir yanıyla da tıpkı "eski günlerdeki" gibi, değil mi? En eskilerde, yazıdan ve konuşmadan önce ve alet dahi kullanmadan önce böyle yaşamıyor muyduk? Bir yanımız halen böylesi bir durumda gereken içgüdüleri barındırmıyor mu?

Bildiğimiz anlamıyla hayatın sona ermesinin "özgürleştirici" birşey olduğu savını birçok kitapta ve filmde görürüz. Özellikle Fight Club bunun çarpıcı bir örneğiydi. İnsanın kendini yeniden yaratması için, sahip olduğu herşeyden, özellikle kendi bireyselliğinden ve sahip olduğu eşyalardan vazgeçmesi gerekiyordu. Ancak o film (kitabı nasıl bitiyor bilmiyorum) bize sonrası hakkında pek de ipucu vermiyordu. Evet, herşeyi yıktık. Düzeni alaşağı ettik. Peki ya sonra?

Akıllara 80'lerin kült filmlerinden Mad Max geliyor tabii. O filmde de "felaketin" öncesi değil sonrası anlatılıyordu. Sonsuz ve ıssız bir çöl, baştan aşağı anarşi, güçlü olanın ayakta kalabildiği vahşi bir dünya. "Sonrası"nın kötülüğüne işaret ederek "şimdi"yi aklama çabası mıydı bu? Yoksa "şimdi"nin gidişatının kaçınılmaz olarak bu şekilde bir "sonra" getireceğine dair bir öngörü müydü? Distopyalar genellikle bu ikinci türde gelişir. Edebiyatta belki de gelmiş geçmiş en meşhur iki distopya, 1984 ve Cesur Yeni Dünya, böyle bir sistematik barındırıyordu. Bu iki kitapta da, dönemin sosyo-politik ve ideolojik yapısından hareketle gelecekte bizi nasıl bir "düzenin" beklediği anlatılır. 

Peki ya o "yıkılma anı"? Modern hayatı sona erdiren o muazzam "olay"? İnsan buna tanık olmak istemez mi? Felaket filmleri bizi bu yüzden cezbetmiyor mu? Dünyanın sonunun bu estetik yanı tam da o yıkılma anında ortaya çıkar ve o an, korkutucu olduğu kadar büyüleyicidir de. Kant, buna "sublime" adını vermişti. Sublime denen şey görkemli, ihtişamlı ama aynı zamanda da tehlikeli birşey. Yaklaşan bir fırtına gibi. Ya da devasa bir ışık huzmesinin bir gökdeleni yerle bir etmesi gibi (Independence Day). Ya da bir göktaşının dünyaya çarpması. Böylesi durumlarda açığa çıkan insanüstü bir "güç" vardır.. Artık sadece bir "gözlemci" konumuna indirgenirsiniz. Özgür iradeye sahip, rasyonel bir birey olmanız hiçbir şeyi değiştirmez. İzlemekten başka yapabileceğiniz hiçbir şey yok. İzlemekten kendinizi almanız da mümkün değil. Bunda sizi sorumluluktan kurtaran, özgürleştirici bir yan da var. Ancak bence esas mesele estetik, yani dünyanın sonu, gerçekten de "muhteşem" bir görüntü olması. Atom bombasının patlaması sonrasında oluşan o mantar şeklindeki bulutu düşünün. Bu olağanüstü birşey değil midir? Açığa çıkan güç karşısındaki çaresizliğimiz, bazı devasa olaylar karşısındaki önemsizliğimiz bize yeniden hatırlatılmıştır işte. 

Bir yanımız önemsiz olmayı istiyor işte (bir nevi death drive?), nokta haline gelmeyi, bütün sorumluluklarından kurtulmayı, sadece izlemeyi..Hayatta kalmak ve kendini göstermek isteyen yanımızsa ölesiye korkuyor. Bir felaket filmi izlerken bir yandan "keşke böyle birşeye gerçekten tanıklık etsem" derken, bir yandan da kendimizi "korkacak birşey yok, bu sadece bir film" diyerek telkin e4sddiyoruz.

Lars Von Trier en son filmi Melancholia ile bu bahsettiklerimi birebir yansıtıyordu. Wagner'in Tristan und Isolde'si eşliğinde dünyaya yaklaşan bir gezegen..İşte "sublime" tam olarak buydu. Filmin karakterlerini gündelik burjuva sıkıntılarından çıkarıp hüzünlü birer gözlemciye çeviren de bu. Gezegen dünyaya yaklaştıkça, anlamlı bir biçimde yapacak, konuşacak, anlatacak hiçbirşey kalmıyordu. Hiçbir planın, hiçbir çabanın bir önemi yoktu. Bu durum, ölümün, ya da daha doğrusu ölümlü olmanın bir yansıması aslında. Biz, hepimiz, her birimiz o kaçınılmaz ve "muhteşem" sona geldiğimizde yalnızca kendi ölümümüzün birer izleyicisine dönüşeceğiz. O zaman söylediğimiz yalanların, işlediğimiz suçların, kazanmaya çalıştığımız paranın, sahip olduğumuz eşyaların ve birlikte olmak istediğimiz insanların hiçbir anlamı kalmamış olacak..

Yine de..yine de dünyanın sonunu beraber izlemek istediğimiz birisi yok mudur hayatlarımızda?


-Umut Eldem

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder