23 Ekim 2012 Salı

Ne zaman Gelecek . . . Nereye Gelecek: Kıyamet ve Zaman Sorunsalı

 
2012 yılını tamamlamaya sayılır günler kala son iki senedir gündemden düşmeyen Maya Takvimi ve kıyamet günü çılgınlığına nokta koymaya hazırlanıyoruz. 2012'yi 2013'e bağlayan gece “son günün” gelip gelmeyeceğine değil gelmiş olup olmadığına tanıklık edeceğiz. Gelmesi veya gelmemesi mevzu bahis günün ne şekilde telakki edildiğine dair ilginç emareler sunuyor. Günlük hayatta sıkça kullandığımız “o gün gelecek . . .” nitelemesi ile kıyamet vaktinin “gelip gelmemesi” sorunsalını yan yana koyduğumuzda, kıyamet tasavvurlarının “iptidai” bir korkunun ürünü olmaktan ziyade zamansal bir temeli olan, insan varoluşunun derinlerine kök salmış bir olgu olduğu ortaya çıkıyor.

Elbette bu soruna basit ve bilimsel bir bakış açısıyla yaklaşmak mümkün: Kıyamet gününün gelmemesi/gelmiyor-olması, geleceğine inananları ampirik veriler ışığında boşa çıkarmış oluyor. Ancak dikkat etmemiz gereken husus tam da bu cümlede saklı: İnanç, ampirik veriler vasıtasıyla olumlanabilir ya da geçersiz kılınabilir mi? “İptidai” korkular bilim yoluyla dindirilebilir mi? Belli bir korkunun içinin boş olduğuna dair örnekler sunulması korku duyan kişiyi teskin edebilecek nitelikte midir? Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi'nde (Kritik der reinen Vernunft) “inanca yer açabilmek için bilgiyi inkâr etmek zorunda kaldım” şeklinde not düşerken tam da bu epistemolojik çıkmaza işaret ediyordu.[1] İnanç ve imana dair konularda sunulan karşı tezler, beyan edilen tümevarımcı mantık silsileleri, ve muhtelif ampirik bulgular imana ait olmayan başka bir “dünyadan” ses veriyor. Teselli sunmuyor aksine korkuyu daha da şiddetli kılıyor.

Günümüze ait olmayacak – detone çınlayacak – metafiziksel bir çılgınlık yapmamız gerekse öne süreceğimiz ilk şey bu “dünyaların” birbirinden kat'i suretle ayrıştığı ve aralarında uzlaşma sağlamanın imkansız olduğu yönünde olurdu. Bu konuyu ileriki zamanlarda işleme fırsatını bulacağımızı düşünüyorum. Şimdilik göz önünde bulundurmamız gereken nokta ise bu metafiziksel çılgınlığın taraftarları kadar aksini [Alman İdealizmi] savunan düşünürlerin de olduğu gerçeğidir. Her iki tarafın mutabık olduğu tek nokta ise ünlü sosyolog Max Weber'in disenchantment olarak kavramsallaştırdığı, modern hayatın kendinden önceki zamanlara kıyasla sihrini kaybetmiş olması savıdır. Nietzsche, Weber'den neredeyse otuz sene önce bu sorunsalı şu şekilde açıklar:

İnsanlar çevrelerinde gizem dolu bir sis bulutuna, bir atmosfere ihtiyaç duyarlar; eğer bu örtüden yoksun bırakılırlarsa, ve aynı şekilde eğer herhangi bir din, sanat veya deha atmosfersiz bir yıldız olmaya mahkum edilirse, mevzu bahis insanların kuruyup solmasına, sertleşmesine ve meyve veremeyecek duruma gelmesine şaşırmamamız gerekir. Tüm muazzam şeyler için geçerlidir bu; Hans Sachs'ın Meistersinger'de dediği gibi onlar “bir illüzyon olmaksızın asla muvaffak olamazlar”. [2]

Disenchantment ya da Nietzsche'nin dem vurduğu bu gizem dolu sis bulutunun kaybolması . . . Biri kavramsal diğeri mecazi bu iki açıklama tam olarak neye tekabül ediyor? Zamansal bir problem olarak ortaya koyduğumuz kıyamet günü temasının bu olguyla olan ilişkisi tam olarak nedir?

Bu konuyu irdelemeden önce 21. Yüzyıl'ın başlangıcıyla beraber bu korkunun ivme kazandığı gerçeğini göz önüne sermemiz gerektiğini düşünüyorum: Dijital bir kıyamet senaryosu olan Y2K; doğal felaketlerin yıkıcı kuvvetinin izleyicilerin beğenisine sunulduğu Deep Impact, Armageddon ve benzeri filmler; The Road, The Book of Eli gibi nükleer felaket sonrası oluşacak toplumsal yapı(sız)lığı ahlaki değerler ışığında inceleyen, zamansız Bildungsroman denemeleri... Nihayetinde küresel bir etki yaratmayı başarmış olan, kıyametin hesaplanabilir olması fikrinin tepe noktası olarak – Maya Takvimi. Geçen haftaki konumuza gönderme yapacak olursak şu soru aklımıza geliyor: Bu filmlerin ve Maya Takvimi mefhumunun temsil ettiği tam olarak nedir veya hangi halet-i ruhiyeyi temsil etmektedir? Ne tür bir psikolojik durumu göz-önüne-koymaktadır (repraesentātiōn)?

21.Yüzyıl'a vurgu yapmamızdaki nedeni sorgulayan okur, kıyamet temasının salt bu döneme ait olmadığını, aksine tarihler boyunca insanları koşullandırmış, ruhsal dünyaları üzerinde tahakküm kurmuş bir fikir olması sebebiyle bu döneme doğal olarak intikal etmiş olduğunu öne sürebilir. Kabul edilmelidir ki bu yaklaşım tarihsel örneklerin ışığında göz ardı edilmemesi gereken doğru bir tahlildir. Ancak bu şekilde cereyan edebilecek argümanın dikkat etmesi gereken bir unsur bulunmaktadır: bir fikrin yönelimsel olması dolayısıyla içinden doğduğu ve yönelim gösterdiği kaynak her dönemde o dönemi yansıtmak suretiyle farklılıklar gösterecektir. Somut olarak ifade etmemiz gerekirse kıyamet tasavvurunun eski dönemlerde filiz verdiği Musevi-Hristiyan zeminin sekülerleşmesi bu görüşe eklemlenmiş selamet (salvatio) fikrinin de aynı şekilde kökensel bir değişime uğraması anlamına gelmektedir. Musevi-Hristiyan bağlamda selamet, ancak kiliseye mensup olmakla gerçekleşecektir - extra Ecclesiam nulla salus. [3] Elbette kiliseden kastımız kurumsal bir yapıdan çok cemaat olma fikrine işaret ediyor: Nitekim kilise kelimesi (Ekklesia) Latince'de cemaat anlamına gelmekte, bu açıdan irdelendiğinde ise bireysel esenlikle toplumsal selamet arasındaki geçirgenlik açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Cemaatin oluşması için geçerli olan ve üyeleri bir arada tutmaya sağlayan – Nietzsche'nin atmosfer ya da gizem dolu sis bulutu olarak olarak adlandırdığı – ideolojik yapının bozulması, kuşkusuz cemaatin kudretini yitirmesine ve aynı şekilde bu cemaati oluşturan üyelerin benzer bir yönelim kaybıyla karşı karşıya kalmasına neden olacaktır. Bu durumda şu soru önem kazanıyor: Ekklesia'nın (Kilise'nin) gizemini yitirdiği bir sosyal çevrede selamet fikri ne tür bir değişim yaşamaktadır?

John Martins - The Great Day of His Wrath, 1851-1853
 
Yeni Ahit'teki Revelation (Vahiy) bölümüne göz attığımızda edebi selameti işaret eden “son günlerin” büyük felaketler ve kıyımlar sonrasında “geleceğini” anlıyoruz. Patmoslu Yuhanna, Yeni Ahit'teki genel temayülün aksine, bu kitabında Tanrı'nın Yeni Yeruşalem şehrini tesis etmesinden önce yaşanacak felaketleri vahiy yoluyla okura aktarır. İman edenlerin esirgendiği ve Tanrı'nın gazabından korunduğu bu plana göre aşağıdaki aktarımlara benzer olaylar vuku bulacaktır:

Kuzu altıncı mührü açınca baktım, korkunç bir deprem oldu. Güneş kara kıldan dokunmuş bir torbaya dönüştü. Dolunay ise kan kırmızı renkteydi. Göğün yıldızları güçlü rüzgârın etkisiyle üzerindeki ham incirlerini döken bir incir ağacı gibi yeryüzüne düştü. Gökler dürülen bir kitap tomarı gibi kayboldu. Her dağ, her ada yerinden kaldırıldı.” (Vahiy 6: 12-13)

“Ardından sesler, gök gürlemeleri duyuldu; şimşek parıltıları ve güçlü deprem oldu. Yeryüzünde ademoğlu var oldu olalı bir benzeri görülmemişti. Öylesine güçlü bir depremdi. Büyük kent üç parçaya ayrıldı. Ulusların kentleri yıkıldı. Kızgınlığıyla dolu bardaktaki öfke şarabından kendisine verilsin diye Tanrı koca Babil'i anımsadı. Tüm adalar gözden çekildi, dağlar gözden kayboldu. İnsanların üzerine gökten talant ağırlığında iri dolu yağdı.” (Vahiy 16: 18-21)

Yuhanna'nın aksettiği bu ilahi plan öylesine dehşet dolu ve karanlık bir gelecek barındırır ki vahyin Yunanca karşılığı olan apocalypsis (ἀποκάλυψις) kelimesi zaman içinde bu günlerde tekabül ettiği dünyanın sonu/kıyamet günü senaryolarını imler hale gelmiştir. Yazımızın başında kıyamet günü senaryolarının iptidai bir korkudan ziyade zamansal bir temeli olan psikolojik projeksiyonlar olarak okunmasının daha doğru olacağını belirtmiştik. Gerçekten de Vahiy, salt edebi değeriyle yorumlandığında dahi Yuhanna'nın içinde yaşadığı çalkantılı ve buhran dolu günlerin; dinsel, toplumsal veya mezhepsel nedenlerden maruz kalınan işkence ve eziyetlerin kusursuz bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla beraber iman edenlerin esirgeneceği müjdesini vererek inananları sebat göstermeye, umutlarını yitirmemeye davet eder.

Bu nedenledir ki, Patmoslu Yuhanna'nın Hristiyanlık dininin temelini oluşturan zamansal kurguyu yansıttığı söylem kendi içinde tutarlılık gösterir. Bu kurguyu bir arada tutanın Nietzsche'nin vurgu yaptığı gizem dolu sis bulutundan, bu atmosferden başka bir şey olmadığını görmek zor değildir. Selamet vaadinin gerçekleşmesi ancak kurtuluş yolculuğuna dahil olmakta direnenlerin cezasını çekmesiyle mümkün olacaktır. Maya Takvimi ve benzeri kıyamet senaryoları bu yüzdendir ki tarihsel-teolojik yörüngesinden çıkmış, farklı şekillerde kendini açığa çıkaran bir semptom haline gelmiştir. Semptomun değişik şekillerde tezahür etmesi buna neden olan kaynağın farklı olduğu anlamına gelmemelidir. Selamet fikrinin etkisini tamamen yitirdiği bu fantezilerde hayal edilen tüm eziyetler bir temaşa (spectacle) mahiyetindedir. Dolayısıyla gözümüzden kaçmaması gereken bu tür fantezilerde mazoşist bir temanın saklı olup olmadığıdır.

Mesih İsa, Vahiy'de mahşer gününe istinaden “İşte hırsız gibi geliyorum!” (Vahiy 16: 15) der. İman edenlerin doğruluktan ayrılmaması gerektiğini, sürekli hazır durumda beklemelerini işaret eden bu uyarı artık bir cevap bulamamaktadır. Nitekim önceleri bu haberin okurda uyandırdığı korku, umutla harmanlanmış bir nitelikte “ne zaman gelecek . . .” düşüncesine kanalize olmuştur. Şimdi ise bu tefekkürün yerini bir sorunsal almıştır: Mesih İsa bir hırsız olarak “nereye gelecektir . . .”? Umut Eldem'in önceki yazısında sorduğu gibi: “İnsanın evi” artık neresidir, böyle bir yer hâlâ mevcut mudur? Yoksa evini kaybeden insan, evini tekrar bulmaya çalışmaktan ziyade dünyanın, “insanlığın” evinin yok olmasını mı arzulamaktadır içten içe?


[1] Immanuel Kant, Critique of Pure Reason, çev. Werner S. Pluhar, BXXX (Indiana: Hackett Publishing, 1996), p. 31.
[2] Friedrich Nietzsche, On the Uses and Disadvantages of History for Life, Untimely
Meditations içinde, (ed.) Daniel Breazeale, çev. R. J. Hollingdale (Cambridge: Cambridge University Press, 1997), pp. 58-123. See, p. 97.
[3] Giorgio Agamben, The Time that Remains (California: Standford University Press, 2005), p. 19.


- Buğra Yasin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder