2012
yılını tamamlamaya sayılır günler kala son iki senedir
gündemden düşmeyen Maya Takvimi ve kıyamet günü çılgınlığına
nokta koymaya hazırlanıyoruz. 2012'yi 2013'e bağlayan gece “son
günün” gelip gelmeyeceğine değil gelmiş olup olmadığına
tanıklık edeceğiz. Gelmesi veya gelmemesi mevzu
bahis günün ne şekilde telakki edildiğine dair ilginç emareler
sunuyor. Günlük hayatta sıkça kullandığımız “o gün gelecek
. . .” nitelemesi ile kıyamet vaktinin “gelip gelmemesi”
sorunsalını yan yana koyduğumuzda, kıyamet tasavvurlarının
“iptidai” bir korkunun ürünü olmaktan ziyade zamansal bir
temeli olan, insan varoluşunun derinlerine kök salmış bir olgu
olduğu ortaya çıkıyor.
Elbette
bu soruna basit ve bilimsel bir bakış açısıyla yaklaşmak
mümkün: Kıyamet gününün gelmemesi/gelmiyor-olması, geleceğine
inananları ampirik veriler ışığında boşa çıkarmış oluyor.
Ancak dikkat etmemiz gereken husus tam da bu cümlede saklı: İnanç,
ampirik veriler vasıtasıyla olumlanabilir ya da geçersiz
kılınabilir mi? “İptidai” korkular bilim yoluyla
dindirilebilir mi? Belli bir korkunun içinin boş olduğuna dair
örnekler sunulması korku duyan kişiyi teskin edebilecek nitelikte
midir? Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi'nde
(Kritik der reinen Vernunft)
“inanca yer açabilmek için bilgiyi inkâr etmek zorunda kaldım”
şeklinde not düşerken tam da bu epistemolojik çıkmaza işaret
ediyordu.[1] İnanç ve imana dair konularda sunulan karşı tezler,
beyan edilen tümevarımcı mantık silsileleri, ve muhtelif ampirik
bulgular imana ait olmayan başka bir “dünyadan” ses veriyor.
Teselli sunmuyor aksine korkuyu daha da şiddetli kılıyor.
Günümüze
ait olmayacak – detone çınlayacak – metafiziksel bir çılgınlık
yapmamız gerekse öne süreceğimiz ilk şey bu “dünyaların”
birbirinden kat'i suretle ayrıştığı ve aralarında uzlaşma
sağlamanın imkansız olduğu yönünde olurdu. Bu konuyu ileriki
zamanlarda işleme fırsatını bulacağımızı düşünüyorum.
Şimdilik göz önünde bulundurmamız gereken nokta ise bu
metafiziksel çılgınlığın taraftarları kadar aksini [Alman
İdealizmi] savunan düşünürlerin de olduğu gerçeğidir. Her iki
tarafın mutabık olduğu tek nokta ise ünlü sosyolog Max Weber'in
disenchantment olarak
kavramsallaştırdığı, modern hayatın kendinden önceki zamanlara
kıyasla sihrini kaybetmiş olması savıdır. Nietzsche, Weber'den
neredeyse otuz sene önce bu sorunsalı şu şekilde açıklar:
“İnsanlar
çevrelerinde gizem dolu bir sis bulutuna, bir atmosfere ihtiyaç
duyarlar; eğer bu örtüden yoksun bırakılırlarsa, ve aynı
şekilde eğer herhangi bir din, sanat veya deha atmosfersiz bir
yıldız olmaya mahkum edilirse, mevzu bahis insanların kuruyup
solmasına, sertleşmesine ve meyve veremeyecek duruma gelmesine
şaşırmamamız gerekir. Tüm muazzam şeyler için geçerlidir bu;
Hans Sachs'ın Meistersinger'de
dediği gibi onlar “bir illüzyon olmaksızın asla muvaffak
olamazlar”. [2]
Disenchantment
ya da Nietzsche'nin dem vurduğu bu gizem dolu sis
bulutunun kaybolması . . . Biri
kavramsal diğeri mecazi bu iki açıklama tam olarak neye tekabül
ediyor? Zamansal bir problem olarak ortaya koyduğumuz kıyamet günü
temasının bu olguyla olan ilişkisi tam olarak nedir?
Bu
konuyu irdelemeden önce 21. Yüzyıl'ın başlangıcıyla beraber bu
korkunun ivme kazandığı gerçeğini göz önüne sermemiz
gerektiğini düşünüyorum: Dijital bir kıyamet senaryosu olan
Y2K; doğal
felaketlerin yıkıcı kuvvetinin izleyicilerin beğenisine sunulduğu
Deep Impact, Armageddon
ve benzeri filmler; The Road,
The Book of Eli gibi
nükleer felaket sonrası oluşacak toplumsal yapı(sız)lığı
ahlaki değerler ışığında inceleyen, zamansız Bildungsroman
denemeleri... Nihayetinde
küresel bir etki yaratmayı başarmış olan, kıyametin
hesaplanabilir olması fikrinin tepe noktası olarak – Maya
Takvimi. Geçen haftaki konumuza gönderme yapacak olursak şu
soru aklımıza geliyor: Bu filmlerin ve Maya Takvimi mefhumunun
temsil ettiği tam olarak nedir veya hangi halet-i ruhiyeyi temsil
etmektedir? Ne tür bir psikolojik durumu göz-önüne-koymaktadır
(repraesentātiōn)?
21.Yüzyıl'a
vurgu yapmamızdaki nedeni sorgulayan okur, kıyamet temasının salt
bu döneme ait olmadığını, aksine tarihler boyunca insanları
koşullandırmış, ruhsal dünyaları üzerinde tahakküm kurmuş
bir fikir olması sebebiyle bu döneme doğal olarak intikal etmiş
olduğunu öne sürebilir. Kabul edilmelidir ki bu yaklaşım
tarihsel örneklerin ışığında göz ardı edilmemesi gereken
doğru bir tahlildir. Ancak bu şekilde cereyan edebilecek argümanın
dikkat etmesi gereken bir unsur bulunmaktadır: bir fikrin yönelimsel
olması dolayısıyla içinden doğduğu ve yönelim gösterdiği
kaynak her dönemde o dönemi yansıtmak suretiyle farklılıklar
gösterecektir. Somut olarak ifade etmemiz gerekirse kıyamet
tasavvurunun eski dönemlerde filiz verdiği Musevi-Hristiyan zeminin
sekülerleşmesi bu görüşe eklemlenmiş selamet (salvatio)
fikrinin de aynı şekilde kökensel bir değişime uğraması
anlamına gelmektedir. Musevi-Hristiyan bağlamda selamet, ancak
kiliseye mensup olmakla gerçekleşecektir - extra
Ecclesiam nulla salus.
[3] Elbette kiliseden kastımız kurumsal bir yapıdan çok cemaat
olma fikrine işaret ediyor: Nitekim kilise kelimesi (Ekklesia)
Latince'de cemaat anlamına gelmekte, bu açıdan irdelendiğinde ise
bireysel esenlikle toplumsal selamet arasındaki geçirgenlik açık
bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Cemaatin oluşması için geçerli
olan ve üyeleri bir arada tutmaya sağlayan – Nietzsche'nin
atmosfer
ya da gizem
dolu sis bulutu
olarak olarak adlandırdığı – ideolojik yapının bozulması,
kuşkusuz cemaatin kudretini yitirmesine ve aynı şekilde bu cemaati
oluşturan üyelerin benzer bir yönelim kaybıyla karşı karşıya
kalmasına neden olacaktır. Bu durumda şu soru önem kazanıyor:
Ekklesia'nın
(Kilise'nin) gizemini yitirdiği bir sosyal çevrede selamet fikri ne
tür bir değişim yaşamaktadır?
John Martins - The Great Day of His Wrath, 1851-1853 |
Yeni
Ahit'teki Revelation (Vahiy)
bölümüne göz attığımızda edebi selameti işaret eden “son
günlerin” büyük felaketler ve kıyımlar sonrasında
“geleceğini” anlıyoruz. Patmoslu Yuhanna, Yeni Ahit'teki genel
temayülün aksine, bu kitabında Tanrı'nın Yeni Yeruşalem şehrini
tesis etmesinden önce yaşanacak felaketleri vahiy yoluyla okura
aktarır. İman edenlerin esirgendiği ve Tanrı'nın gazabından
korunduğu bu plana göre aşağıdaki aktarımlara benzer olaylar
vuku bulacaktır:
“Kuzu
altıncı mührü açınca baktım, korkunç bir deprem oldu. Güneş
kara kıldan dokunmuş bir torbaya dönüştü. Dolunay ise kan
kırmızı renkteydi. Göğün yıldızları güçlü rüzgârın
etkisiyle üzerindeki ham incirlerini döken bir incir ağacı gibi
yeryüzüne düştü. Gökler dürülen bir kitap tomarı gibi
kayboldu. Her dağ, her ada yerinden kaldırıldı.” (Vahiy
6: 12-13)
“Ardından sesler,
gök gürlemeleri duyuldu; şimşek parıltıları ve güçlü deprem
oldu. Yeryüzünde ademoğlu var oldu olalı bir benzeri
görülmemişti. Öylesine güçlü bir depremdi. Büyük kent üç
parçaya ayrıldı. Ulusların kentleri yıkıldı. Kızgınlığıyla
dolu bardaktaki öfke şarabından kendisine verilsin diye Tanrı
koca Babil'i anımsadı. Tüm adalar gözden çekildi, dağlar gözden
kayboldu. İnsanların üzerine gökten talant ağırlığında iri
dolu yağdı.” (Vahiy 16: 18-21)
Yuhanna'nın
aksettiği bu ilahi plan öylesine dehşet dolu ve karanlık bir
gelecek barındırır ki vahyin Yunanca karşılığı olan
apocalypsis
(ἀποκάλυψις) kelimesi zaman
içinde bu günlerde tekabül ettiği dünyanın sonu/kıyamet günü
senaryolarını imler hale gelmiştir. Yazımızın başında kıyamet
günü senaryolarının iptidai bir korkudan ziyade zamansal bir
temeli olan psikolojik projeksiyonlar olarak okunmasının daha doğru
olacağını belirtmiştik. Gerçekten de Vahiy, salt edebi
değeriyle yorumlandığında dahi Yuhanna'nın içinde yaşadığı
çalkantılı ve buhran dolu günlerin; dinsel, toplumsal veya
mezhepsel nedenlerden maruz kalınan işkence ve eziyetlerin kusursuz
bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla beraber
iman edenlerin esirgeneceği müjdesini vererek inananları sebat
göstermeye, umutlarını yitirmemeye davet eder.
Bu nedenledir ki,
Patmoslu Yuhanna'nın Hristiyanlık dininin temelini oluşturan
zamansal kurguyu yansıttığı söylem kendi içinde tutarlılık
gösterir. Bu kurguyu bir arada tutanın Nietzsche'nin vurgu yaptığı
gizem dolu sis bulutundan, bu atmosferden başka bir şey
olmadığını görmek zor değildir. Selamet vaadinin
gerçekleşmesi ancak kurtuluş yolculuğuna dahil olmakta
direnenlerin cezasını çekmesiyle mümkün olacaktır. Maya Takvimi
ve benzeri kıyamet senaryoları bu yüzdendir ki tarihsel-teolojik
yörüngesinden çıkmış, farklı şekillerde kendini açığa
çıkaran bir semptom haline gelmiştir. Semptomun değişik
şekillerde tezahür etmesi buna neden olan kaynağın farklı olduğu
anlamına gelmemelidir. Selamet fikrinin etkisini tamamen yitirdiği
bu fantezilerde hayal edilen tüm eziyetler bir temaşa (spectacle)
mahiyetindedir. Dolayısıyla gözümüzden kaçmaması gereken bu
tür fantezilerde mazoşist bir temanın saklı olup olmadığıdır.
Mesih İsa, Vahiy'de
mahşer gününe istinaden “İşte hırsız gibi geliyorum!”
(Vahiy 16: 15) der. İman edenlerin doğruluktan ayrılmaması
gerektiğini, sürekli hazır durumda beklemelerini işaret eden bu
uyarı artık bir cevap bulamamaktadır. Nitekim önceleri bu haberin
okurda uyandırdığı korku, umutla harmanlanmış bir nitelikte “ne
zaman gelecek . . .” düşüncesine kanalize olmuştur. Şimdi
ise bu tefekkürün yerini bir sorunsal almıştır: Mesih İsa bir
hırsız olarak “nereye gelecektir . . .”? Umut Eldem'in
önceki yazısında sorduğu gibi: “İnsanın evi” artık
neresidir, böyle bir yer hâlâ mevcut mudur? Yoksa evini kaybeden
insan, evini tekrar bulmaya çalışmaktan ziyade dünyanın,
“insanlığın” evinin yok olmasını mı arzulamaktadır içten
içe?
[1] Immanuel Kant,
Critique of Pure Reason, çev. Werner S. Pluhar, BXXX
(Indiana: Hackett Publishing, 1996), p. 31.
[2] Friedrich
Nietzsche, On the Uses
and Disadvantages of History for Life,
Untimely
Meditations
içinde, (ed.) Daniel
Breazeale, çev. R. J. Hollingdale (Cambridge: Cambridge University
Press, 1997), pp. 58-123. See, p. 97.
[3] Giorgio Agamben,
The Time that Remains (California: Standford University Press,
2005), p. 19.
- Buğra Yasin
- Buğra Yasin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder