(Carlos Reygadas-Japonya)
Carlos Reygadas’ın
“Japonya” filmi, bir adamın taşraya, adeta kendi yokoluşuna doğru yaptığı
yolculuğu anlatır. Ya da bizzat ölümün taşraya yaptığı bir yolculuğu. Orta
yaşlı ve şehirli bir ressam, intihar etmek için ücra bir köye gelir, tesadüf
eseri dindar ve yaşlı bir kadının evinde kalmaya başlar. Bu iki insanın, tahmin
edileceği üzere, konuşabileceği hiçbir şey yoktur. Yine de, taşra ve şehre dair
bütün önyargılarımızın ötesine geçmemizi sağlayacak şeyler görürüz, farklı
türde bir iletişim, şehirde bulunması imkansız bir yoğunluk. Ancak bu film
taşraya bir övgü değildir. Ve her Reygadas filminde olduğu gibi, insanlığın en
korkunç, en acımasız durumlarıyla, en mucizevi anları hep birarada bulunur.
“Japonya” adlı meksika
yapımı film bir istisnai duruma işaret eder aslında, bilinçli olarak.
Taşralıyla şehirli arasında asla kapanmayacak bir boşluk, ya da giderilemez bir
iletişimsizlik vardır. Kaygılar farklıdır, beklentiler, umutlar hatta konuşulan
dil bile farklıdır. Ölümü ve yaşamı algılayış biçimleri farklıdır. Peki bu
farkın temelinde tamamen ekonomik ya da kültürel etkiler mi bulunur?
Adam neden intihar etmek
için taşrayı seçmiştir? Ölüm, taşra hayatına daha mı çok nüfuz etmiştir? Orada
daha doğal mı karşılanır, yoksa etkileri daha mı yıkıcıdır? Peki ya şehir?
Yaşadığımız şehirlerde, gittiğimiz alışveriş merkezlerinde, ölüm korkusunu
bastırmışızdır. Şehirde bakımlı ve zinde vücutlarımızla, makyajımızla,
losyonlarımızla ölümü geciktirmeye, onu gündelik hayatın sonsuz ve gereksiz
koşuşturmasında unutmuşuzdur. Hayatın doğal döngüsü belki de taşrada olanca
çıplaklığıyla ortadadır (Le Quattro Volte?). Bize hem çekici, hem de korkutucu
gelmesi bundandır belki de.
“Emekli olup bir taşra
kasabasına yerleşmek” neden birçok insanın hayalidir? Genellikle taşrada,
şehirde olmayan bir huzur ortamı olduğu farzedilir. Orada hayat sanki daha
kolaydır. Yemekler daha lezzetli, hava daha temizdir. Belki de bizi asıl
rahatsız eden, şehrin insanın omuzları üzerine bindirdiği yüklerdir. Trafik,
kalabalık, koşturmaca, panik, suç oranı, gürültü..Bunlara taşrada pek
rastlanmaz.
Ancak taşranın da
sorunları yok değildir. Bir kere hiç alışık olmadığımız biçimde tabiatın
varlığı hissedilir, sıcağın daha sıcak, soğuğun daha soğuk olması sözkonusudur.
Şehir insanına özgü bir liberalliği bulmak zordur. İnsanlar genelde muhafazakardır,
dindardır, tutucudur, inatçıdır. Şehirde alışık olduğumuz kültür-sanat
faaliyetlerini, festivalleri, içkili eğlenceleri, konserleri bulmak
imkansızdır.
Aslında taşra insanı,
şehir insanının hayatını, şehir insanı da taşra insanının hayatını kıskanır. Bu
ikilemin en güzel örneklerinden birini Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminde
bulmak mümkündür. “Entelektüel” adamın taşralı akrabasıyla şehirde bir süre
yaşamak zorunda kalması, şehirle taşra arasındaki birçok çatışmayı da
beraberinde getirir. Şehirlinin taşralıya özenmesi, taşralının şehir hayatına
katılamayıp, uzaktan hayranlıkla izlemesi, hepsi bu filmde mevcuttur. Uzak
olan, bu iki adam arasındaki mesafedir aslında.
Taşra anlatısının
şehirden farkı biraz da coğrafidir ve görseldir aslında. Yukarıda bahsi geçen
Uzak adlı filmle, Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki filmi Mayıs Sıkıntısı’nın
ağır basan renklerine ve hatta DVD kapaklarına bakmak bile yeterlidir bu farkı
görmek için. Taşranın çoraklığı, ya da yeşilliği, şehrin kasveti ya da
canlılığıyla karşılaştırılır genellikle. Dolayısıyla sadece kültürel ve
ekonomik bir fark değil, coğrafi ve hatta algısal bir fark da vardır taşrayla
şehir arasında. Bu iki yerleşim biçiminde insanın algıladığı renkler, kokular,
ışık bile farklıdır.
Peki ya “insanın evi" artık neresidir? Yoksa
“insan” diye bir şey kalmadığı gibi, “ev” diye bir şey de mi kalmamıştır?
-Umut Eldem
-Umut Eldem
Once yonetmene bakacaksin adam mi diye, sonra filme bakacaksin film mi diye.
YanıtlaSil