9 Ekim 2012 Salı

taşrada ölüm


                                          (Carlos Reygadas-Japonya)


Carlos Reygadas’ın “Japonya” filmi, bir adamın taşraya, adeta kendi yokoluşuna doğru yaptığı yolculuğu anlatır. Ya da bizzat ölümün taşraya yaptığı bir yolculuğu. Orta yaşlı ve şehirli bir ressam, intihar etmek için ücra bir köye gelir, tesadüf eseri dindar ve yaşlı bir kadının evinde kalmaya başlar. Bu iki insanın, tahmin edileceği üzere, konuşabileceği hiçbir şey yoktur. Yine de, taşra ve şehre dair bütün önyargılarımızın ötesine geçmemizi sağlayacak şeyler görürüz, farklı türde bir iletişim, şehirde bulunması imkansız bir yoğunluk. Ancak bu film taşraya bir övgü değildir. Ve her Reygadas filminde olduğu gibi, insanlığın en korkunç, en acımasız durumlarıyla, en mucizevi anları hep birarada bulunur.

“Japonya” adlı meksika yapımı film bir istisnai duruma işaret eder aslında, bilinçli olarak. Taşralıyla şehirli arasında asla kapanmayacak bir boşluk, ya da giderilemez bir iletişimsizlik vardır. Kaygılar farklıdır, beklentiler, umutlar hatta konuşulan dil bile farklıdır. Ölümü ve yaşamı algılayış biçimleri farklıdır. Peki bu farkın temelinde tamamen ekonomik ya da kültürel etkiler mi bulunur?

Adam neden intihar etmek için taşrayı seçmiştir? Ölüm, taşra hayatına daha mı çok nüfuz etmiştir? Orada daha doğal mı karşılanır, yoksa etkileri daha mı yıkıcıdır? Peki ya şehir? Yaşadığımız şehirlerde, gittiğimiz alışveriş merkezlerinde, ölüm korkusunu bastırmışızdır. Şehirde bakımlı ve zinde vücutlarımızla, makyajımızla, losyonlarımızla ölümü geciktirmeye, onu gündelik hayatın sonsuz ve gereksiz koşuşturmasında unutmuşuzdur. Hayatın doğal döngüsü belki de taşrada olanca çıplaklığıyla ortadadır (Le Quattro Volte?). Bize hem çekici, hem de korkutucu gelmesi bundandır belki de.

“Emekli olup bir taşra kasabasına yerleşmek” neden birçok insanın hayalidir? Genellikle taşrada, şehirde olmayan bir huzur ortamı olduğu farzedilir. Orada hayat sanki daha kolaydır. Yemekler daha lezzetli, hava daha temizdir. Belki de bizi asıl rahatsız eden, şehrin insanın omuzları üzerine bindirdiği yüklerdir. Trafik, kalabalık, koşturmaca, panik, suç oranı, gürültü..Bunlara taşrada pek rastlanmaz.

Ancak taşranın da sorunları yok değildir. Bir kere hiç alışık olmadığımız biçimde tabiatın varlığı hissedilir, sıcağın daha sıcak, soğuğun daha soğuk olması sözkonusudur. Şehir insanına özgü bir liberalliği bulmak zordur. İnsanlar genelde muhafazakardır, dindardır, tutucudur, inatçıdır. Şehirde alışık olduğumuz kültür-sanat faaliyetlerini, festivalleri, içkili eğlenceleri, konserleri bulmak imkansızdır.

Aslında taşra insanı, şehir insanının hayatını, şehir insanı da taşra insanının hayatını kıskanır. Bu ikilemin en güzel örneklerinden birini Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak filminde bulmak mümkündür. “Entelektüel” adamın taşralı akrabasıyla şehirde bir süre yaşamak zorunda kalması, şehirle taşra arasındaki birçok çatışmayı da beraberinde getirir. Şehirlinin taşralıya özenmesi, taşralının şehir hayatına katılamayıp, uzaktan hayranlıkla izlemesi, hepsi bu filmde mevcuttur. Uzak olan, bu iki adam arasındaki mesafedir aslında.

Taşra anlatısının şehirden farkı biraz da coğrafidir ve görseldir aslında. Yukarıda bahsi geçen Uzak adlı filmle, Nuri Bilge Ceylan’ın bir önceki filmi Mayıs Sıkıntısı’nın ağır basan renklerine ve hatta DVD kapaklarına bakmak bile yeterlidir bu farkı görmek için. Taşranın çoraklığı, ya da yeşilliği, şehrin kasveti ya da canlılığıyla karşılaştırılır genellikle. Dolayısıyla sadece kültürel ve ekonomik bir fark değil, coğrafi ve hatta algısal bir fark da vardır taşrayla şehir arasında. Bu iki yerleşim biçiminde insanın algıladığı renkler, kokular, ışık bile farklıdır.

Peki ya “insanın evi" artık neresidir? Yoksa “insan” diye bir şey kalmadığı gibi, “ev” diye bir şey de mi kalmamıştır?



-Umut Eldem

1 yorum:

  1. Once yonetmene bakacaksin adam mi diye, sonra filme bakacaksin film mi diye.

    YanıtlaSil