15 Kasım 2012 Perşembe

Kurban'dan Kurt Adam'a Kanlı İncelemeler



Bu haftaki konumuzun başlığına tekabül eden sacrifice kelimesi dilimizde kurban kelimesinin içerdiği birden fazla anlamı benzer şekilde muhteva etmesinden ötürü hayli zengin ve çetrefilli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Türk Dil Kurumu, kurban kelimesinin mânâlarından iki tanesini şu şekilde sıralıyor:

1. isim, din b.: Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse

Bu yazımda kurban mefhumunu psikolojik ve antropolojik boyutları bağlamında incelemeyi uygun gördüm. Bu nedenle yukarıda belgelenen tematik nüansın farkında olunmasında hayli fayda var. Ancak bunun nedeni semantik bir farklılaşımdan, yani, kurban kelimesinin birbirinden bağımsız iki anlamı imlemesini esas almaktan ziyade hangi olası nedenlerle mezkur ayrımın yapıldığının sorguya açılmasıdır. Kurban kavramı gerçekten de teolojik ve psikolojik olmak kaydıyla birbirinden kategorik olarak farklılaştırılmalı mıdır? Yoksa bir ülkü uğruna kendini feda etmeyi seçmiş bir kişi temelde teolojik veya etnolojik bir fenomenin kılık değiştirmiş bir tezahürü olarak mı karşımıza çıkmaktadır?

Konumuzu bu şekilde formüle ederek sorunsallaştırdığımız mevzuyu açığa çıkarmış oluyoruz. Kanlı canlı bir şekilde ortaya koymamız gerekirse: Feda eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? René Girard’ın 1972 yılında yayımlanan La Violence et la sacre adlı kitabı kurban verme pratiğinin insanoğlunun sosyalleşme öncesi dönemine kadar uzandığı tezini ortaya koymaktadır. Girard’a göre bu gelenek toplumlar için hayati önem barındıran bir işlevi yerine getirmektedir: Şiddet içgüdüsünün yol açabileceği olası bir kabile/toplum içi kıyım, kurban verme yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılır. Sunulan kurban, şiddete maruz kalabilecek grupların veya kişilerin (ya da en bloc olarak tüm toplumun) yerine ikame edilir (substitution). Girard, adı geçen eserde şöyle diyor:

“İslam geleneğine göre Tanrı, önceden Habil’in kendisine sunduğu koçu İbrahim’e göndermiştir. Bu koç İbrahim’in oğlu İshak’ın yerini alacaktır. İshak’ın hayatını kurtaran bu koç, bundan böyle diğer insanların da hayatını kurtaracaktır. Burada gizemli bir hokkabazlıkla değil kurbanın temel işlevinin ne olduğuna dair sezgisel bir kavrayışla karşı karşıyayız.” [1]

Bu sezgisel kavrayışın sadece Müslüman toplumlarda değil farklı coğrafyadan muhtelif toplumlar için de geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Öyle ki Girard’a göre kurban kavramını yöneten hissiyat sadece şiddetin yönünün değiştirilmesiyle ilgili değil aynı zamanda adalet mefhumunun henüz tanımlanmamış ve kavramsallaştırılmamış halde bulunduğu, hukuki bir devlet yapılanmasından evvel görünür olan bir temayülü imlemektedir.[2] Kurban pratiği bu bakımdan adaletin henüz soyut veya somut bir kurumda tesis edilmediği sosyal yapılanmalarda önleyici (preventive ve aynı zamanda preemptive) bir mekanizma işlevi görmektedir. 

Bu sosyolojik teşhis bizi hangi yollar vasıtasıyla kurban fikrinin psikolojik dinamiğine götürebilir? Girard’ın mantıksal çıkarımlarını takip etmemiz durumunda toplumun kökenine, yani bu birlikteliğe temel sağlayan öğe olarak insana ulaşmaktayız. Ancak bu “insan” hangi insandır? Fevkalade sıkıcılığıyla; mekanik tebessümüyle; ışıltılı tırnaklarıyla; ve mağrur omuzlarıyla – bizler miyiz bu “insan”? Yoksa bu “insan” Thomas Hobbes’un dem vurduğu, hemcinsinin kurdu olan (homo homini lupus), hayatta kalma mücadelesini amansızca sürdürmekten geri kalmayan bir yaratık mıdır aslında? Bu sorunun cevabını, gelecek günlerde ülkemizi ziyaret edecek olan Giorgio Agamben’den alabileceğimizi düşünüyorum. Homo Sacer adlı eserinde Agamben, Orta Çağ Germen ve Anglo-Sakson eserlerinde sıkça rastladığı legal bir tanıma dikkat çeker: Anlatılara göre, şehirden kovulmayı gerektirecek nitelikte suç işlemiş insanlar wargus, werwolf, ya da Fransızca tabiriyle loup garou olarak tanımlanırlar. [3] Etimolojik olarak loup kelimesi, Hobbes’un söz ettiği lupus’dan başka bir şey değildir: Buna göre, şehrin dışına çıkartılan, kovulan, sürgün edilen insan ne tam olarak bir insandır ne de bir kurttur. Kelimenin tam anlamıyla bir kurt adamdır.

Şimdi önceden dile getirdiğimiz soruyu tekrarlamakta fayda görüyorum: Feda eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? Hobbes’un ontolojik tanımlaması ve Agamben’in ortaya koyduğu legal-antropolojik düzlemde fikir üretmeye devam edersek sorunun sosyolojik bir içeriği olduğunu görmek kolaylaşıyor. Buna göre, toplumda barınmak isteyen, kendine benzer şekilde, varlığı hukuki çerçevede tanımlanmış insanların arasında ikamet etmek isteyen kişi, öncelikle şiddetten ve doğal temayülü olan sınırsız bencillikten ve şiddet hakkından (jus naturale) feragat etmek zorunda kalıyor. İnsanın toplum içinde kalabilmek adına feda ettiği kurdun, toplum düzeninin idamesi için kurban edilen kuzu, koç ve benzeri yumuşak BAŞLI hayvanlar ile mükemmel bir tezat oluşturduğunu düşünüyorum. Meraklı bir okurun şu soruyu ortaya koyabileceğinden şüphem yok: Eğer öne sürdüğümüz üzere, toplum içinde ikamet edebilmek için içimizdeki kurttan feragat etmek zorunda kalıyorsak, tam olarak ne için vahşi ve evcilleştirilemeyen bir hayvan olan kurdu değil de kuzuyu kurban etmeyi seçiyoruz? “Niye? Niye?" 
 
Bu noktada şöyle bir “oyunla” cevap vermek istiyorum: Ya bu sorunun kaynağı tam da kuzulaştırılmış olmaktan geçiyorsa? Bu “Niye”nin eşlik ettiği hassasiyet, fonetik bir fırsat sunuyorsa bizlere; beyaz tüylü bir “meleme”, medeni bir “niye”ye tekabül ediyorsa? Sigmund Freud, Das Unbehagen in der Kultur adlı kitabında, toplumun şu anki nispeten barışçıl yapısını kazanmasına olanak sağlayan unsurların, şiddete meğilli ilkel arzuların ve hislerin bastırılması (repression) dolayısıyla imkan bulduğunu vurgular. Bu zaviyeden baktığımızda kurbanlıkların, temelde potansiyel halde bulunan toplum içi şiddetin yönelimsel niteliğine işaret ettiğini düşünüyorum. Kanaatimce, kurban vererek sadece ortaya çıkması muhtemel olan şiddetin yönünü değiştirmiyor aynı zamanda sürekli baskı altında tutulan bir kurdu bu “görsel ziyafete” ortak ediyoruz. 


Alfred Kubin - Self-Observation (1901-1902)

Alfred Kubin’in “Self-Observation” adlı çalışması bu açıdan bizlere kanlı bir örnek gösteriyor: Kesilmiş bir baş, yarı etkin bir gözlem iradesiyle sürekli önceden sahip olduğunu/sahibini izliyor. Zifiri karanlıkta başımızı çevirdiğimizde orada olduğunu bildiğimiz insanı nasıl tanıyorsak, öyle bir yolla tanımaya çalışmalıyız bu kesik vücudu, eşkıya, haydut (aiducco) bedenlerimizi. O da öyle yapıyor. Öyle ki kurt orada yatıyor. Üçüncü bir gözün menzilinde, Kubin’in resmettiği kadar yakınız kendimize; ancak bir izleyici merceğinden seçmeye çalıştığımız bu korkunç uzaklık bize ilham verebiliyor. Kendimizi asla bir bütün olarak hissedemeyecek olmamıza rağmen kurban vaktine, o travmatik ana (Augenblick), kanın ve feragat ettiğimiz tüm “çılgınlıkların” hayaline çağırıyor bizi.

[1] René Girard, Violence and the Sacred (New York: Continuum, 2007), p. 4.
[2] Ibid, p. 18.
[3] Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life (California: Stanford University Press, 1998), pp. 104-105.

- Buğra Yasin

Tarkovsky ve Kurban

Kurban Bayramı’nın halen ciddi olarak kutlandığı şu günlerde kavramsal olarak kurbanın ve kurban etmenin ne olduğunu anlamaya çalıştık. Birşeyi kurban ederken tam olarak ne amaçlanır? Kurban etmenin herhangi bir fedakarlıktan farkı nedir? Kurban etmek ve bireysellik arasındaki ilişki nedir? 

Andrei Tarkovsky - Kurban/Offret (1986)
Bu ve benzeri soruları Andrei Tarkovsky İsveç’de çekilen son filmi Kurban’da (Offret, 1986) Alexander isimli karakteri üzerinden sorgular. Alexander, İsveç’in şehir yaşamından uzakda bir adada bulunan müstakil evinde yaşamını sürdürmektedir. Geçmişinde tiyatroda elde ettiği başarıları yüzünden entelektüel çevrelerce oldukça beğenilen Alexander bugünlerde üniversitede estetik dersleri vermekte ve tam olarak anlaşılmayan bir sebepten Küçük Adam olarak adlandırdığı oğluyla vakit geçirmektedir. Film, bu ikilinin kurumuş bir Japon ağacını tekrar canlandırmak amacıyla dikmeleriyle başlar. Bir süre sonra adanın eksantrik postacısı ve Alexander’ın arkadaşı Otto bisikletiyle gelir ve Alexander’ın doğum gününü kutlar. Sonrasında Alexander ve Otto arasındaki konuşmalardan iki karakter hakkında daha geniş bir bilgiye sahip oluruz. Otto ve Alexander arasında geçen konuşmada Alexander’in tanrıyla hiçbir ilişkisi olmadığı ve doğum gününü kutlamak amacıyla karısı Adelaide ve aile doktoru Victor’un kendisini ziyarete geleceği anlaşılır.
Ancak, önceki filmerinde olduğu gibi Tarkovsky Kurban’da da seyirciye alışık olduğumuz türden bir olay örgüsü sunmaz. Gerçeklik ve hayal arasında gidip gelen görüntülere ek olarak filmde ölü zamanların, uzun ve neredeyse anlamsız konuşmaların hakimiyeti söz konusudur. Filmin devamında anlaşılacağı üzere dünya nükleer bir felaket ile karşı karşıyadır; televizyondan gelen habere göre nükleer başlıklar kontroldan çıkmış ve çok yakın bir zamanda dünya üzerindeki yaşamı sona erdirecektir.
Kısa süren bir kargaşa sonrasında Alexander hayatında ilk kez tanrıya yalvarmaya karar verir. Tanrının bu felaketi önlemesi durumunda Küçük Adam dahil sahip oldugu herşeyden vazgeçeceğini, konuşmayı bırakacağını ve evini yakacağını söyler. Kısacası Alexander, arkadaşları, sevdikleri ve dünyanın geri kalanı için bireyselliğinden vazgeçer, kendini ve onca senedir kurduğu hayatı bir kurban olarak tanrıya sunar. Otto’ya göre ise nükleer felaketi önlemenin başka bir yolu daha vardır: Otto Alexander’a cadı olarak adlandırdığı evin hizmetçisi Maria’yı görmesini ve onunla yatması gerektiğini söyler. Bunun üzerine Alexander Maria’yı ziyaret eder ve yatmamaları karşısında Maria’yı intihar etmekle tehdit eder. Hayal ile gerçek arasında gidip gelen görüntüler sonucunda Alexander sonraki sabah yatağından uyanır ve felaketin ortadan kalktığını farkeder. Adelaide ve Victor’u evden uzaklaştırdıktan sonra da tanrıya söz verdiği gibi evini yakar, hezeyan içinde yangını izlerken konuşmaz, oradan oraya deli gibi savrulur ve en nihayetinde bir ambulans tarafından olay mahalinden uzaklaştırılır.
Konusu itibariyle Kurban, insanın bir birey olarak merkezi bir yerde olabileceği ve kendini kurban ederek kendisi dışında gelişebilecek olaylara bir etki yaratabileceği görüşünü savunuyor. Bu görüş kimselere göre oldukça ruhani gibi görünse de, bir o kadar da abartılı bir şekilde  gülünç, anlamsız ve gerçek dışı bir durum sergiliyor. Ancak Tarkovsky’nin derdi tam olarak burada yatmıyor; daha doğrusu, filmde gelişen olayları gerçekçi ve doğrudan bir şekilde algılamaktansa filmin hikayesinin ötesinde var olan soyut bir düşünsel yapısından bahsetmek gerekiyor.
Böyle bir okumayı gerektiren sebeplerin başında Tarkovsky’nin filmde gelişen olayları tamamiyle belirsiz bir şekilde aktarması bulunuyor. Gerçekten nükleer bir felaket yaşandı mı? Bunun ardından Alexander gerçekten tanrıya yalvardı mı? Alexander gerçekten de Maria’yı ziyaret etti mi? Bu tip sorulara filmin açık bir cevabı bulunmuyor. Felaket haberinin sonralarında karakterlerin bolca alkol ve sakinleştirici tükettiklerini de düşünürsek, arada yaşananların hayal ürününden öte birşey olmadığı kanaatini rahatlıkla getirebiliriz. Üstelik, film boyunca Tarkovsky üç farklı renk kuşağıyla sahnelerini açıkça bölüyor. Renkli ve siyah-beyaz görüntülere ek olarak, arada Alexander’ın tek başına ortalıkta dolaştığı (buna Maria’yı ziyaret etmesi de dahil) renklerin gerçek dışı bir şekilde doymuş olarak aktarıldığı sahneler de mevcut – dolayısıyla bu sahnelerin geleneksel olarak ‘hayali’ olduğu düşüncesi öne çıkıyor.
Yine de filmin büyük bölümünün hayal ürünü olduğu, olayların Alexander’ın zihninde gerçekleştiği fikri bana göre filmi oldukça banal bir hale sokuyor. Tarkovsky hayal ve gerçek arasında gidip gelen anlatımını herşeyin bir rüya olduğu düşüncesini göstermekten öte, bunun bir izleme ve deneyim süreci olduğunu anımsatıyor kanımca. Ayrıca Tarkovsky’nin derdini daha sembolik yollarla anlatmaya çalışan bir sanatçı olduğu da hayliyle biliniyor. Bu açıdan da filmin bana göre iki farklı anlamı öne çıkıyor. Birincisi filmin Tarkovsky’nin o anki hayatıyla olan otobiyografik bağlantısı. Uzun yıllar boyunca Sovyet Rusya’da sansürle debelenmiş, devletin resmi görüşlerine olabildiğince karşı çıkan Tarkovsky önceki filmi Nostalghia’yı (1983) çekerken Batı Avrupa’ya yerleşmeyi düşünüyor, ama ailesi ve çocukları için ülkesine geri dönmeye karar veriyor. Ancak, Rusya’yi bir sonraki terk edişinde sürgün yaşamını tercih ediyor ve Kurban projesine yoğunluk veriyor. Bu açıdan kurban teması, kendisinin terk ettiği bağlardan ve tamamiyle sanatına yönelmesi açısından önemli ve açıklayıcı bir unsur.
İkinci mesele ise Tarkovsky’nin genel olarak dünya görüşü ve Batı kültürüne karşı tutumuyla ilgili. Zamanın diğer Rus sanatçıları gibi Tarkovsky Sovyet Rusya’yı eleştirdiği kadar, farklı bir açıdan da olsa Batı kültürünü de eleştiriyor. Batı’nın para, güç ve maddi mülk saplantısının insanı kendi varoluşundan uzaklaştırdığını, buna karşılık insanın daha manevi konulara önem vermesi gerektiğini düşünüyor. Kısacası Batı kültürünü materyalist bir düzen olarak algılerken, insanlığın daha manevi veya ruhani bir yaşamı tercih etmesini istiyor. Böylece Alexander’ın maddi varlıklarından ve ilişkilerinden vazgeçmesi çok farklı bir boyut kazanıyor. Film çerçevesinde maddi hayatı geride bırakmanın bir felaketi ve yaşamın sonunu önleyebileceğini düşünürsek, ‘ruhani kurtuluşun’ ancak böyle bir hareket sonucunda – sahip olduğumuz şeylerden vazgeçerek –   gerçekleşebileceği düşüncesi yer alıyor. Filmde yer alan bir diyalog da bütün bu meseleyi özetler nitelikte. Alexander, Otto’nun hediye ettiği Avrupa haritası karşısında ‘ne güzel, ne iyi ettin’ gibi sözler sergileyerek hediyenin gereksiz büyüklüğünün altını çiziyor ve Otto’nun böyle bir işe kalkışmasına gerek olmadığını söylüyor. Otto’nun cevabı ise oldukça anlamlı: “Every gift involves a sacrifice. If not, what kind of gift would it be?”
 ~ Emre Çağlayan

10 Kasım 2012 Cumartesi

kurban bayramı ve Kierkegaard


Kurban bayramını geride bıraktık, ancak pek çok gelenek-görenekte olduğu üzere bir pratik olarak "kurban etme"nin anlamı üzerine pek fazla düşünmedik gibime geliyor. Sahi, nedir kurban etmek? Nereden çıkmıştır?




Cemal Bali Akal'a göre kurban "kutsal olanla kutsal olmayan arasında kurulan bir köprü"dür (İktidarın Üç Yüzü). En eski toplumlarda bile kurban etme, tanrı veya tanrılara birşeyler sunma pratiği gözlemlenebiliyor. Öncelikle akla gelen soru şu: neden hemen her toplumda kutsal olanla kutsal olmayan şeklinde bir ayrım var? Bu ayrım hangi işlevi görüyor?

Kutsal olan ve kutsal olmayan ayrımı elbette bir iktidar analizi çerçevesinde işlevsel olacaktır. Kutsal olana öncelikli erişimi olduğunu iddia eden, ve bu doğrultuda bilgi ya da inanç üreten kişi, lider konumuna yükselecektir. Toplumun geri kalanı, bu liderin ve kutsal olanın belirlediği kurallar çerçevesinde hareket edecek, bu kurallara uymayanlar ise cezalandırılacaktır.


Kurban, işte bu toplumsal düzende yer alır. Tanrı ya da Tanrılar'ın mutlu olması, dolayısıyla doğaüstü güçlerini toplumun yararı adına kullanması herkes için iyi olacaktır. Karşılığında, Tanrı ya da Tanrılara, o toplum için değerli olan birşey sunulmalıdır. Aksi takdirde o yıl ürünler kötü çıkabilir, kuraklık gelebilir, doğal felaketler gerçekleşebilir vs.

Bunların yanısıra, kutsallık, kişisel düzlemde de, daha doğrusu belli tipte bireylerin inşasıyla da ilgilidir. Dinin toplumsal olduğu kadar kişisel bir yönü de mevcuttur. Bir birey olarak, sevdiğiniz birşeyi kurban olarak vermek nasıl bir eylemdir? Bu eylem korkudan mı yapılır, iman etmiş olmaktan mı?

Kurban meselesinin semavi dinlerdeki kaynağına indiğimiz zaman İbrahim peygamberi görüyoruz. İbrahim deyince de Kierkegaard'ın olağanüstü eseri Korku ve Titreme'den bahsetmeden geçemeyiz. (Bu yazıda kullanacağım iman kelimesi ingilizcede "faith"e karşılık gelmektedir. bu bağlamdaki güçlü anlamı vurgulamak adına dini anlamdaki inanç kelimesi yerine iman'ı uygun gördüm)

Hikayeyi hepimiz biliyoruz. İbrahim peygamber, Tanrı'nın emriyle, canından çok sevdiği oğlunu Hira dağı'na götürüp kurban edecektir. Bıçağı oğlunun boğazına dayadığı esnada Tanrı onu durdurur ve oğlu yerine bir kuzu kurban etmesini sağlar. İbrahim peygamber, oğluna kavuşmuştur.

Kierkegaard'ı geceleri uykusuz bırakan işte bu hikayedir. İbrahim böyle birşeye nasıl kalkışabilmiştir? Dahası, nasıl olur da hiç direnmemiş, itiraz ya da isyan etmemiştir? Hikayeye göre Hz. İbrahim yıllar boyunca çocuğu olmasını istemiş ve ancak çok geç yaşta baba olabilmiştir. Oğluna olan sevgisi bu sebepten ötürü normalin çok üzerindedir. Buna rağmen, nasıl olur da gözünü bile kırpmadan oğlunu kesmeye yeltenebilir?

Korku ve Titreme adlı kitap, Hz. İbrahim'in bıçağını oğlu İsmail'in boğazına dayadığı anı anlamaya çalışan bir kitaptır. Bu anda neler gerçekleşmektedir? Bize böylesine korkunç gelen bir eyleme yeltenen Hz. İbrahim, neden "imanın babası" (father of faith) olarak anılmaktadır?

Kierkegaard'a göre bunun cevabı, Hz. İbrahim'in, iman uğruna, herşeyi, hayatındaki en değerli insanı, bütün evrensel etik değerlerini, karısını, bütün toplumu karşısına alabilmesindedir. Bu kurban ritüelinde, dilin bile yeri yoktur, çünkü İbrahim, konuşmaz. Sızlanmaz, oğluna ya da karısına ya da beraber yolculuk yaptığı insanlara hiçbirşey söylemez. Tanrı'nın karşısında tek başınadır.

Ayrıca, Hz. İbrahim'in oğluna gerçekten kavuşabilmesinin yolu da bu kurban ritüelinden geçmektedir. Ancak bu "test"ten geçerek İbrahim oğluna kavuşur-yani ondan bütünüyle vazgeçtiği anda. İman, der Kierkegaard, işte bu paradokstur. Senin için en değerli şeyi kendi ellerinle kurban etmek ve karşılığında hiçbirşey beklememektir. Dolayısıyla Kierkegaard'a göre bir dinin gerekçelerini yerine getirmenin, ibadet etmenin, gece-gündüz dua etmenin aslında iman sahibi olmakla çok da ilgisi yoktur.

Burada Kierkegaard dini inancın ya da ibadetin ötesinde birşeye dikkat çekmektedir bana kalırsa. Varoluşçuluğun temeli sayılabilecek bir özne beliriyor karşımızda-bütün evrensel değerleri geride bırakıp kendisini, tekil bir birey olarak herşeyin ötesinde konumlandırabilen, sonsuz özgür bir özne. Bu öznenin varlığa geldiği an, kişinin bildiği ve sevdiği ve inandığı herşeyden vazgeçtiği anla kesişir. Burada bir yeniden yaratım vardır artık. Ve gerçekten çok az kişi bu hakikat noktasına erebilir.

Bu "imana atlayış" (leap to faith), belli bir eylemi gerçekleştirmek için "iman gücü" denen şeyden yardım almak anlamına gelmemektedir. Amaçlanan şey, iman durumunun kendisidir ve zaten bu durumun ötesinde herhangi bir amaç aramak boşunadır. Bu tekinsiz ve sonsuz özgürlük insanın ulaşabileceği en üst mertebedir. Trajik bir kahraman olmaktan, bir lider ya da bir patron olmaktan çok ötededir bu nokta. Bir nevi aşkınlıktır, herhangi bir maddi kaygıdan uzaklaşılmıştır artık.

Kierkegaard, bütün dindarlığına rağmen, bu kitapta Tanrı'ya değil, insana ve onun potansiyeline odaklanmıştır. İmanı gerçekleştirmiş insan artık tekildir, onun dini kural veya ibadetlere ihtiyacı yoktur. Gündelik koşuşturmacalara boğulmuş insanlara gülümseyerek bakar. Kierkegaard ısrarla "imanın şövalyesi"nin sıradan bir insan olabileceğini vurgular. Burada savaş esnasında gösterilecek bir cesaretten, üstün liderlik vasıflarından sözedilmemektedir. Kısacası insanın elde edebileceği en yüksek değer, para, ün, şan, şöhret değil, kendi içinde bir iman-yani radikal bir bireyselliktir.

Elbette bu noktalara "özcülük" eleştirisi üzerinden karşı çıkmak mümkündür. Kierkegaard, radikal özgürlüğe adım atabilecek bir potansiyele sahip bir "birey" ortaya atmaktadır. Bu birey, bütün sosyal-kültürel ve ekonomik belirlenimlerin ötesine geçebilecek kadar "içsel" bir varlıktır. Peki ya bu içsellik, dışarıdan inşa edilmiş bir alana tekabül ediyorsa? Ya en korunaklı sandığımız, en özgür ve biricik zannettiğimiz benliğimiz bize ait değilse?

Geçmiş bayramınız kutlu olsun!



-Umut Eldem