Bu haftaki
konumuzun başlığına tekabül eden sacrifice
kelimesi dilimizde kurban kelimesinin içerdiği birden fazla anlamı benzer
şekilde muhteva etmesinden ötürü hayli zengin ve çetrefilli bir kavram olarak
karşımıza çıkıyor. Türk Dil Kurumu, kurban kelimesinin mânâlarından iki tanesini
şu şekilde sıralıyor:
1. isim, din b.: Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse
Bu yazımda kurban mefhumunu psikolojik ve antropolojik boyutları bağlamında incelemeyi uygun gördüm. Bu nedenle yukarıda belgelenen tematik nüansın farkında olunmasında hayli fayda var. Ancak bunun nedeni semantik bir farklılaşımdan, yani, kurban kelimesinin birbirinden bağımsız iki anlamı imlemesini esas almaktan ziyade hangi olası nedenlerle mezkur ayrımın yapıldığının sorguya açılmasıdır. Kurban kavramı gerçekten de teolojik ve psikolojik olmak kaydıyla birbirinden kategorik olarak farklılaştırılmalı mıdır? Yoksa bir ülkü uğruna kendini feda etmeyi seçmiş bir kişi temelde teolojik veya etnolojik bir fenomenin kılık değiştirmiş bir tezahürü olarak mı karşımıza çıkmaktadır?
Konumuzu bu şekilde formüle ederek sorunsallaştırdığımız mevzuyu açığa çıkarmış oluyoruz. Kanlı canlı bir şekilde ortaya koymamız gerekirse: Feda eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? René Girard’ın 1972 yılında yayımlanan La Violence et la sacre adlı kitabı kurban verme pratiğinin insanoğlunun sosyalleşme öncesi dönemine kadar uzandığı tezini ortaya koymaktadır. Girard’a göre bu gelenek toplumlar için hayati önem barındıran bir işlevi yerine getirmektedir: Şiddet içgüdüsünün yol açabileceği olası bir kabile/toplum içi kıyım, kurban verme yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılır. Sunulan kurban, şiddete maruz kalabilecek grupların veya kişilerin (ya da en bloc olarak tüm toplumun) yerine ikame edilir (substitution). Girard, adı geçen eserde şöyle diyor:
“İslam geleneğine göre Tanrı, önceden Habil’in kendisine sunduğu koçu İbrahim’e göndermiştir. Bu koç İbrahim’in oğlu İshak’ın yerini alacaktır. İshak’ın hayatını kurtaran bu koç, bundan böyle diğer insanların da hayatını kurtaracaktır. Burada gizemli bir hokkabazlıkla değil kurbanın temel işlevinin ne olduğuna dair sezgisel bir kavrayışla karşı karşıyayız.” [1]
Bu sezgisel kavrayışın sadece Müslüman toplumlarda değil farklı coğrafyadan muhtelif toplumlar için de geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Öyle ki Girard’a göre kurban kavramını yöneten hissiyat sadece şiddetin yönünün değiştirilmesiyle ilgili değil aynı zamanda adalet mefhumunun henüz tanımlanmamış ve kavramsallaştırılmamış halde bulunduğu, hukuki bir devlet yapılanmasından evvel görünür olan bir temayülü imlemektedir.[2] Kurban pratiği bu bakımdan adaletin henüz soyut veya somut bir kurumda tesis edilmediği sosyal yapılanmalarda önleyici (preventive ve aynı zamanda preemptive) bir mekanizma işlevi görmektedir.
1. isim, din b.: Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse
Bu yazımda kurban mefhumunu psikolojik ve antropolojik boyutları bağlamında incelemeyi uygun gördüm. Bu nedenle yukarıda belgelenen tematik nüansın farkında olunmasında hayli fayda var. Ancak bunun nedeni semantik bir farklılaşımdan, yani, kurban kelimesinin birbirinden bağımsız iki anlamı imlemesini esas almaktan ziyade hangi olası nedenlerle mezkur ayrımın yapıldığının sorguya açılmasıdır. Kurban kavramı gerçekten de teolojik ve psikolojik olmak kaydıyla birbirinden kategorik olarak farklılaştırılmalı mıdır? Yoksa bir ülkü uğruna kendini feda etmeyi seçmiş bir kişi temelde teolojik veya etnolojik bir fenomenin kılık değiştirmiş bir tezahürü olarak mı karşımıza çıkmaktadır?
Konumuzu bu şekilde formüle ederek sorunsallaştırdığımız mevzuyu açığa çıkarmış oluyoruz. Kanlı canlı bir şekilde ortaya koymamız gerekirse: Feda eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? René Girard’ın 1972 yılında yayımlanan La Violence et la sacre adlı kitabı kurban verme pratiğinin insanoğlunun sosyalleşme öncesi dönemine kadar uzandığı tezini ortaya koymaktadır. Girard’a göre bu gelenek toplumlar için hayati önem barındıran bir işlevi yerine getirmektedir: Şiddet içgüdüsünün yol açabileceği olası bir kabile/toplum içi kıyım, kurban verme yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılır. Sunulan kurban, şiddete maruz kalabilecek grupların veya kişilerin (ya da en bloc olarak tüm toplumun) yerine ikame edilir (substitution). Girard, adı geçen eserde şöyle diyor:
“İslam geleneğine göre Tanrı, önceden Habil’in kendisine sunduğu koçu İbrahim’e göndermiştir. Bu koç İbrahim’in oğlu İshak’ın yerini alacaktır. İshak’ın hayatını kurtaran bu koç, bundan böyle diğer insanların da hayatını kurtaracaktır. Burada gizemli bir hokkabazlıkla değil kurbanın temel işlevinin ne olduğuna dair sezgisel bir kavrayışla karşı karşıyayız.” [1]
Bu sezgisel kavrayışın sadece Müslüman toplumlarda değil farklı coğrafyadan muhtelif toplumlar için de geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Öyle ki Girard’a göre kurban kavramını yöneten hissiyat sadece şiddetin yönünün değiştirilmesiyle ilgili değil aynı zamanda adalet mefhumunun henüz tanımlanmamış ve kavramsallaştırılmamış halde bulunduğu, hukuki bir devlet yapılanmasından evvel görünür olan bir temayülü imlemektedir.[2] Kurban pratiği bu bakımdan adaletin henüz soyut veya somut bir kurumda tesis edilmediği sosyal yapılanmalarda önleyici (preventive ve aynı zamanda preemptive) bir mekanizma işlevi görmektedir.
Bu sosyolojik teşhis bizi hangi
yollar vasıtasıyla kurban fikrinin psikolojik dinamiğine götürebilir? Girard’ın
mantıksal çıkarımlarını takip etmemiz durumunda toplumun kökenine, yani bu birlikteliğe
temel sağlayan öğe olarak insana ulaşmaktayız. Ancak bu “insan” hangi insandır?
Fevkalade sıkıcılığıyla; mekanik tebessümüyle; ışıltılı tırnaklarıyla; ve mağrur
omuzlarıyla – bizler miyiz bu “insan”? Yoksa bu “insan” Thomas Hobbes’un dem
vurduğu, hemcinsinin kurdu olan (homo
homini lupus), hayatta kalma mücadelesini amansızca sürdürmekten geri
kalmayan bir yaratık mıdır aslında? Bu sorunun cevabını, gelecek günlerde
ülkemizi ziyaret edecek olan Giorgio Agamben’den alabileceğimizi düşünüyorum. Homo Sacer adlı eserinde Agamben, Orta
Çağ Germen ve Anglo-Sakson eserlerinde sıkça rastladığı legal bir tanıma dikkat
çeker: Anlatılara göre, şehirden kovulmayı gerektirecek nitelikte suç işlemiş
insanlar wargus, werwolf, ya da Fransızca tabiriyle loup garou olarak tanımlanırlar. [3] Etimolojik olarak loup kelimesi, Hobbes’un söz ettiği lupus’dan başka bir şey değildir: Buna
göre, şehrin dışına çıkartılan, kovulan, sürgün edilen insan ne tam olarak bir insandır ne de bir kurttur.
Kelimenin tam anlamıyla bir kurt adamdır.
Şimdi önceden dile getirdiğimiz
soruyu tekrarlamakta fayda görüyorum: Feda
eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? Hobbes’un
ontolojik tanımlaması ve Agamben’in ortaya koyduğu legal-antropolojik düzlemde
fikir üretmeye devam edersek sorunun sosyolojik bir içeriği olduğunu görmek
kolaylaşıyor. Buna göre, toplumda barınmak isteyen, kendine benzer şekilde,
varlığı hukuki çerçevede tanımlanmış insanların arasında ikamet etmek isteyen
kişi, öncelikle şiddetten ve doğal temayülü olan sınırsız bencillikten ve
şiddet hakkından (jus naturale)
feragat etmek zorunda kalıyor. İnsanın toplum içinde kalabilmek adına feda
ettiği kurdun, toplum düzeninin idamesi için kurban edilen kuzu, koç ve benzeri
yumuşak BAŞLI hayvanlar ile mükemmel bir tezat oluşturduğunu düşünüyorum.
Meraklı bir okurun şu soruyu ortaya koyabileceğinden şüphem yok: Eğer öne
sürdüğümüz üzere, toplum içinde ikamet edebilmek için içimizdeki kurttan
feragat etmek zorunda kalıyorsak, tam olarak ne için vahşi ve
evcilleştirilemeyen bir hayvan olan kurdu değil de kuzuyu kurban etmeyi
seçiyoruz? “Niye? Niye?"
Bu noktada şöyle
bir “oyunla” cevap vermek istiyorum: Ya bu sorunun kaynağı tam da kuzulaştırılmış olmaktan geçiyorsa? Bu “Niye”nin eşlik ettiği hassasiyet, fonetik bir fırsat
sunuyorsa bizlere; beyaz tüylü bir “meleme”, medeni bir “niye”ye tekabül
ediyorsa? Sigmund Freud, Das Unbehagen
in der Kultur adlı kitabında, toplumun şu anki nispeten barışçıl yapısını
kazanmasına olanak sağlayan unsurların, şiddete meğilli ilkel arzuların ve hislerin
bastırılması (repression) dolayısıyla
imkan bulduğunu vurgular. Bu zaviyeden baktığımızda kurbanlıkların, temelde potansiyel
halde bulunan toplum içi şiddetin yönelimsel niteliğine işaret ettiğini
düşünüyorum. Kanaatimce, kurban vererek sadece ortaya çıkması muhtemel olan
şiddetin yönünü değiştirmiyor aynı zamanda sürekli baskı altında tutulan bir
kurdu bu “görsel ziyafete” ortak ediyoruz.
Alfred Kubin - Self-Observation (1901-1902) |
Alfred
Kubin’in “Self-Observation” adlı çalışması bu açıdan bizlere kanlı bir örnek
gösteriyor: Kesilmiş bir baş, yarı etkin bir gözlem iradesiyle sürekli önceden sahip olduğunu/sahibini izliyor.
Zifiri karanlıkta başımızı çevirdiğimizde orada olduğunu bildiğimiz insanı nasıl tanıyorsak, öyle bir yolla
tanımaya çalışmalıyız bu kesik
vücudu, eşkıya, haydut (aiducco)
bedenlerimizi. O da öyle yapıyor. Öyle ki kurt orada yatıyor. Üçüncü bir gözün
menzilinde, Kubin’in resmettiği kadar yakınız
kendimize; ancak bir izleyici merceğinden seçmeye çalıştığımız bu korkunç uzaklık bize ilham verebiliyor.
Kendimizi asla bir bütün olarak hissedemeyecek olmamıza rağmen kurban vaktine,
o travmatik ana (Augenblick), kanın
ve feragat ettiğimiz tüm “çılgınlıkların” hayaline çağırıyor bizi.
[1] René Girard, Violence and the Sacred (New York: Continuum, 2007), p. 4.
[2] Ibid, p. 18.
[3] Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life (California: Stanford University Press, 1998), pp. 104-105.
- Buğra Yasin