10 Kasım 2012 Cumartesi

kurban bayramı ve Kierkegaard


Kurban bayramını geride bıraktık, ancak pek çok gelenek-görenekte olduğu üzere bir pratik olarak "kurban etme"nin anlamı üzerine pek fazla düşünmedik gibime geliyor. Sahi, nedir kurban etmek? Nereden çıkmıştır?




Cemal Bali Akal'a göre kurban "kutsal olanla kutsal olmayan arasında kurulan bir köprü"dür (İktidarın Üç Yüzü). En eski toplumlarda bile kurban etme, tanrı veya tanrılara birşeyler sunma pratiği gözlemlenebiliyor. Öncelikle akla gelen soru şu: neden hemen her toplumda kutsal olanla kutsal olmayan şeklinde bir ayrım var? Bu ayrım hangi işlevi görüyor?

Kutsal olan ve kutsal olmayan ayrımı elbette bir iktidar analizi çerçevesinde işlevsel olacaktır. Kutsal olana öncelikli erişimi olduğunu iddia eden, ve bu doğrultuda bilgi ya da inanç üreten kişi, lider konumuna yükselecektir. Toplumun geri kalanı, bu liderin ve kutsal olanın belirlediği kurallar çerçevesinde hareket edecek, bu kurallara uymayanlar ise cezalandırılacaktır.


Kurban, işte bu toplumsal düzende yer alır. Tanrı ya da Tanrılar'ın mutlu olması, dolayısıyla doğaüstü güçlerini toplumun yararı adına kullanması herkes için iyi olacaktır. Karşılığında, Tanrı ya da Tanrılara, o toplum için değerli olan birşey sunulmalıdır. Aksi takdirde o yıl ürünler kötü çıkabilir, kuraklık gelebilir, doğal felaketler gerçekleşebilir vs.

Bunların yanısıra, kutsallık, kişisel düzlemde de, daha doğrusu belli tipte bireylerin inşasıyla da ilgilidir. Dinin toplumsal olduğu kadar kişisel bir yönü de mevcuttur. Bir birey olarak, sevdiğiniz birşeyi kurban olarak vermek nasıl bir eylemdir? Bu eylem korkudan mı yapılır, iman etmiş olmaktan mı?

Kurban meselesinin semavi dinlerdeki kaynağına indiğimiz zaman İbrahim peygamberi görüyoruz. İbrahim deyince de Kierkegaard'ın olağanüstü eseri Korku ve Titreme'den bahsetmeden geçemeyiz. (Bu yazıda kullanacağım iman kelimesi ingilizcede "faith"e karşılık gelmektedir. bu bağlamdaki güçlü anlamı vurgulamak adına dini anlamdaki inanç kelimesi yerine iman'ı uygun gördüm)

Hikayeyi hepimiz biliyoruz. İbrahim peygamber, Tanrı'nın emriyle, canından çok sevdiği oğlunu Hira dağı'na götürüp kurban edecektir. Bıçağı oğlunun boğazına dayadığı esnada Tanrı onu durdurur ve oğlu yerine bir kuzu kurban etmesini sağlar. İbrahim peygamber, oğluna kavuşmuştur.

Kierkegaard'ı geceleri uykusuz bırakan işte bu hikayedir. İbrahim böyle birşeye nasıl kalkışabilmiştir? Dahası, nasıl olur da hiç direnmemiş, itiraz ya da isyan etmemiştir? Hikayeye göre Hz. İbrahim yıllar boyunca çocuğu olmasını istemiş ve ancak çok geç yaşta baba olabilmiştir. Oğluna olan sevgisi bu sebepten ötürü normalin çok üzerindedir. Buna rağmen, nasıl olur da gözünü bile kırpmadan oğlunu kesmeye yeltenebilir?

Korku ve Titreme adlı kitap, Hz. İbrahim'in bıçağını oğlu İsmail'in boğazına dayadığı anı anlamaya çalışan bir kitaptır. Bu anda neler gerçekleşmektedir? Bize böylesine korkunç gelen bir eyleme yeltenen Hz. İbrahim, neden "imanın babası" (father of faith) olarak anılmaktadır?

Kierkegaard'a göre bunun cevabı, Hz. İbrahim'in, iman uğruna, herşeyi, hayatındaki en değerli insanı, bütün evrensel etik değerlerini, karısını, bütün toplumu karşısına alabilmesindedir. Bu kurban ritüelinde, dilin bile yeri yoktur, çünkü İbrahim, konuşmaz. Sızlanmaz, oğluna ya da karısına ya da beraber yolculuk yaptığı insanlara hiçbirşey söylemez. Tanrı'nın karşısında tek başınadır.

Ayrıca, Hz. İbrahim'in oğluna gerçekten kavuşabilmesinin yolu da bu kurban ritüelinden geçmektedir. Ancak bu "test"ten geçerek İbrahim oğluna kavuşur-yani ondan bütünüyle vazgeçtiği anda. İman, der Kierkegaard, işte bu paradokstur. Senin için en değerli şeyi kendi ellerinle kurban etmek ve karşılığında hiçbirşey beklememektir. Dolayısıyla Kierkegaard'a göre bir dinin gerekçelerini yerine getirmenin, ibadet etmenin, gece-gündüz dua etmenin aslında iman sahibi olmakla çok da ilgisi yoktur.

Burada Kierkegaard dini inancın ya da ibadetin ötesinde birşeye dikkat çekmektedir bana kalırsa. Varoluşçuluğun temeli sayılabilecek bir özne beliriyor karşımızda-bütün evrensel değerleri geride bırakıp kendisini, tekil bir birey olarak herşeyin ötesinde konumlandırabilen, sonsuz özgür bir özne. Bu öznenin varlığa geldiği an, kişinin bildiği ve sevdiği ve inandığı herşeyden vazgeçtiği anla kesişir. Burada bir yeniden yaratım vardır artık. Ve gerçekten çok az kişi bu hakikat noktasına erebilir.

Bu "imana atlayış" (leap to faith), belli bir eylemi gerçekleştirmek için "iman gücü" denen şeyden yardım almak anlamına gelmemektedir. Amaçlanan şey, iman durumunun kendisidir ve zaten bu durumun ötesinde herhangi bir amaç aramak boşunadır. Bu tekinsiz ve sonsuz özgürlük insanın ulaşabileceği en üst mertebedir. Trajik bir kahraman olmaktan, bir lider ya da bir patron olmaktan çok ötededir bu nokta. Bir nevi aşkınlıktır, herhangi bir maddi kaygıdan uzaklaşılmıştır artık.

Kierkegaard, bütün dindarlığına rağmen, bu kitapta Tanrı'ya değil, insana ve onun potansiyeline odaklanmıştır. İmanı gerçekleştirmiş insan artık tekildir, onun dini kural veya ibadetlere ihtiyacı yoktur. Gündelik koşuşturmacalara boğulmuş insanlara gülümseyerek bakar. Kierkegaard ısrarla "imanın şövalyesi"nin sıradan bir insan olabileceğini vurgular. Burada savaş esnasında gösterilecek bir cesaretten, üstün liderlik vasıflarından sözedilmemektedir. Kısacası insanın elde edebileceği en yüksek değer, para, ün, şan, şöhret değil, kendi içinde bir iman-yani radikal bir bireyselliktir.

Elbette bu noktalara "özcülük" eleştirisi üzerinden karşı çıkmak mümkündür. Kierkegaard, radikal özgürlüğe adım atabilecek bir potansiyele sahip bir "birey" ortaya atmaktadır. Bu birey, bütün sosyal-kültürel ve ekonomik belirlenimlerin ötesine geçebilecek kadar "içsel" bir varlıktır. Peki ya bu içsellik, dışarıdan inşa edilmiş bir alana tekabül ediyorsa? Ya en korunaklı sandığımız, en özgür ve biricik zannettiğimiz benliğimiz bize ait değilse?

Geçmiş bayramınız kutlu olsun!



-Umut Eldem

3 yorum:

  1. Sayın Eldem, elinize sağlık lakin bir iki noktaya değinmeden edemedim. :) Evvela İbrahim Peygamberin yaşadığı tecrübenin Arafat'ta gerçekleştiği kaydedilir (Mina bölgesi). Hira ise bir mağaradır, (Nur Dağında) ve Hz. Muhammed'in inzivaya çekildiği mekandır. Bu teknik detaydan sonra aslında kurban kelimesinin "kurbiyet" yani “yakınlık(akrabalık)” köküyle ilişkisini hatırlamak önemli. Yaratıcı kudretin cezasını savuşturmak, ya da mükafatını ummaktan öte bir referans taşıyor, tıpkı senin Kierkegaard bağlamında değerlendirdiğin gibi. Gözünü aşkınlığa dikmiş iman şövalyesini kendini bütünün (kozmozun) dışında , bütünle çelişik yada insanların kalanını küçümser konumda nitelendirmek pek sağlıklı olmayacaktır. Oysa radikal bireysellik bana daha çok böylesi bir modern, atomik bireyi çağrıştırıyor. İman şövalyesi kendi sıradanlığı, tamamlanmamışlığı ve devinim içinde oluşunu idrakle, herkesin de en az kendisi kadar “insan”, “şövalye olma” yada “aşkına uzanma potansiyeli”ni teslim eder. Kurumsallaşmaya, taklide ve içi boşalmış ritüle tepkisi vardır fakat aşkın olana yönelme, teslim olma adına atılan adımları küçümsemesinden söz edemeyiz. Bu aşkınlık hali din yada ibadeti değilleyici değil ancak aşan bir haldir. (Benim Kierkegaard yorumuma göre). Bir de şu benlik meselesine gelince… Aslında benlik /nefs denen olgunun tarihsel örüntüden tamamen bağımsızlığını düşünmek zaten abes olacaktır. Burada aşkınlığa uzanmayı, bu tarihselliğin ötesi bir üst dil/referans arama gayreti gibi görebiliriz. Bir de daha radikal bir yaklaşımla, birçok tasavvuf geleneğinde yada İslam düşünüründe görebileceğimiz gibi (İmam Gazali, İbn Arabi, Said Nursi) zaten benlik öyle sınırı-bucağı belli, müstakil, (herşeyden / herkseten bağımsız) bir muktedir değildir. Zamansallığı ve mekanla mukayyet oluşuyla beraber bir gölge varlıktır. Benlik zaten mülk değildir, salt bizim yada tarihin/toplumun tahakkümünde olan. Bu bir emniyetsizlik, kibirden vazgeçiş konumudur. Neyse mevzu uzun… İbn Arabi’nin pek sevdiğim deyişiyle “kimse hakikati külliyen ıskalamamıştır”.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. doğrusu ilk noktada benim bişeyi çevirmeye uğraşırken düştüğüm bir hata, dolayısıyla haklısınız efendim.

      iman şövalyesi aslında gözünü aşkınlığa dikmiş biri değil bence, söylediklerimden bu çıkıyo mu emin değilim. ama o, normal insanın yapamayacağı bir "sacfice" veyahut "offering" ediminde bulunuyo. ingilizce kelimeleri kullanmamın bir sebebi elbette var; offering latince oblatio sözcüğünde gelmekte ve Tanrı'ya hediye sunmak anlamına geliyor.

      Bu hediyeyi sunabilecek olan insan sayısı ise, Kierkegaard'a göre, oldukça sınırlı. hatta kendisi bunu yapamayacağını açıkça belirtiyor bir çok yerde. iman şövalyesi insanların kalanını küçümsemez elbette, ama bu "gülümseyerek bakma" ifadesini doğrudan kitapta okuduğumu hatırlıyorum. burada küçümsemeden ziyade bir üzülme-acıma duygusu var denebilir belki de. ama yazdıklarımı o doğrultuda yorumlamak çok da yanlış değil sanırım, ne de olsa bu bir blog yazısı ve biraz rastgelelik ve hız bu tip genellemelere yol açabiliyor.

      benlik konusu hakkaten uzun, belki ilerde ayrıca üzerine eğilmek gerekecektir, ancak Kierkegaard'ın içselliğe atfettiği önemle bana adeta bir "causa-sui" varlıktan sözediyormuş gibi geliyor.

      değerli yorumunuz için pek teşekkür ediyorum.

      Sil
  2. çok faydalı bir yazı olmuş teşekkürler

    YanıtlaSil