15 Kasım 2012 Perşembe

Kurban'dan Kurt Adam'a Kanlı İncelemeler



Bu haftaki konumuzun başlığına tekabül eden sacrifice kelimesi dilimizde kurban kelimesinin içerdiği birden fazla anlamı benzer şekilde muhteva etmesinden ötürü hayli zengin ve çetrefilli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Türk Dil Kurumu, kurban kelimesinin mânâlarından iki tanesini şu şekilde sıralıyor:

1. isim, din b.: Dinin buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. Bir ülkü uğrunda feda edilen veya kendini feda eden kimse

Bu yazımda kurban mefhumunu psikolojik ve antropolojik boyutları bağlamında incelemeyi uygun gördüm. Bu nedenle yukarıda belgelenen tematik nüansın farkında olunmasında hayli fayda var. Ancak bunun nedeni semantik bir farklılaşımdan, yani, kurban kelimesinin birbirinden bağımsız iki anlamı imlemesini esas almaktan ziyade hangi olası nedenlerle mezkur ayrımın yapıldığının sorguya açılmasıdır. Kurban kavramı gerçekten de teolojik ve psikolojik olmak kaydıyla birbirinden kategorik olarak farklılaştırılmalı mıdır? Yoksa bir ülkü uğruna kendini feda etmeyi seçmiş bir kişi temelde teolojik veya etnolojik bir fenomenin kılık değiştirmiş bir tezahürü olarak mı karşımıza çıkmaktadır?

Konumuzu bu şekilde formüle ederek sorunsallaştırdığımız mevzuyu açığa çıkarmış oluyoruz. Kanlı canlı bir şekilde ortaya koymamız gerekirse: Feda eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? René Girard’ın 1972 yılında yayımlanan La Violence et la sacre adlı kitabı kurban verme pratiğinin insanoğlunun sosyalleşme öncesi dönemine kadar uzandığı tezini ortaya koymaktadır. Girard’a göre bu gelenek toplumlar için hayati önem barındıran bir işlevi yerine getirmektedir: Şiddet içgüdüsünün yol açabileceği olası bir kabile/toplum içi kıyım, kurban verme yoluyla ortadan kaldırılmaya çalışılır. Sunulan kurban, şiddete maruz kalabilecek grupların veya kişilerin (ya da en bloc olarak tüm toplumun) yerine ikame edilir (substitution). Girard, adı geçen eserde şöyle diyor:

“İslam geleneğine göre Tanrı, önceden Habil’in kendisine sunduğu koçu İbrahim’e göndermiştir. Bu koç İbrahim’in oğlu İshak’ın yerini alacaktır. İshak’ın hayatını kurtaran bu koç, bundan böyle diğer insanların da hayatını kurtaracaktır. Burada gizemli bir hokkabazlıkla değil kurbanın temel işlevinin ne olduğuna dair sezgisel bir kavrayışla karşı karşıyayız.” [1]

Bu sezgisel kavrayışın sadece Müslüman toplumlarda değil farklı coğrafyadan muhtelif toplumlar için de geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Öyle ki Girard’a göre kurban kavramını yöneten hissiyat sadece şiddetin yönünün değiştirilmesiyle ilgili değil aynı zamanda adalet mefhumunun henüz tanımlanmamış ve kavramsallaştırılmamış halde bulunduğu, hukuki bir devlet yapılanmasından evvel görünür olan bir temayülü imlemektedir.[2] Kurban pratiği bu bakımdan adaletin henüz soyut veya somut bir kurumda tesis edilmediği sosyal yapılanmalarda önleyici (preventive ve aynı zamanda preemptive) bir mekanizma işlevi görmektedir. 

Bu sosyolojik teşhis bizi hangi yollar vasıtasıyla kurban fikrinin psikolojik dinamiğine götürebilir? Girard’ın mantıksal çıkarımlarını takip etmemiz durumunda toplumun kökenine, yani bu birlikteliğe temel sağlayan öğe olarak insana ulaşmaktayız. Ancak bu “insan” hangi insandır? Fevkalade sıkıcılığıyla; mekanik tebessümüyle; ışıltılı tırnaklarıyla; ve mağrur omuzlarıyla – bizler miyiz bu “insan”? Yoksa bu “insan” Thomas Hobbes’un dem vurduğu, hemcinsinin kurdu olan (homo homini lupus), hayatta kalma mücadelesini amansızca sürdürmekten geri kalmayan bir yaratık mıdır aslında? Bu sorunun cevabını, gelecek günlerde ülkemizi ziyaret edecek olan Giorgio Agamben’den alabileceğimizi düşünüyorum. Homo Sacer adlı eserinde Agamben, Orta Çağ Germen ve Anglo-Sakson eserlerinde sıkça rastladığı legal bir tanıma dikkat çeker: Anlatılara göre, şehirden kovulmayı gerektirecek nitelikte suç işlemiş insanlar wargus, werwolf, ya da Fransızca tabiriyle loup garou olarak tanımlanırlar. [3] Etimolojik olarak loup kelimesi, Hobbes’un söz ettiği lupus’dan başka bir şey değildir: Buna göre, şehrin dışına çıkartılan, kovulan, sürgün edilen insan ne tam olarak bir insandır ne de bir kurttur. Kelimenin tam anlamıyla bir kurt adamdır.

Şimdi önceden dile getirdiğimiz soruyu tekrarlamakta fayda görüyorum: Feda eden insan, kendi içindeki hangi hayvanı/özelliği kurban etmektedir? Hobbes’un ontolojik tanımlaması ve Agamben’in ortaya koyduğu legal-antropolojik düzlemde fikir üretmeye devam edersek sorunun sosyolojik bir içeriği olduğunu görmek kolaylaşıyor. Buna göre, toplumda barınmak isteyen, kendine benzer şekilde, varlığı hukuki çerçevede tanımlanmış insanların arasında ikamet etmek isteyen kişi, öncelikle şiddetten ve doğal temayülü olan sınırsız bencillikten ve şiddet hakkından (jus naturale) feragat etmek zorunda kalıyor. İnsanın toplum içinde kalabilmek adına feda ettiği kurdun, toplum düzeninin idamesi için kurban edilen kuzu, koç ve benzeri yumuşak BAŞLI hayvanlar ile mükemmel bir tezat oluşturduğunu düşünüyorum. Meraklı bir okurun şu soruyu ortaya koyabileceğinden şüphem yok: Eğer öne sürdüğümüz üzere, toplum içinde ikamet edebilmek için içimizdeki kurttan feragat etmek zorunda kalıyorsak, tam olarak ne için vahşi ve evcilleştirilemeyen bir hayvan olan kurdu değil de kuzuyu kurban etmeyi seçiyoruz? “Niye? Niye?" 
 
Bu noktada şöyle bir “oyunla” cevap vermek istiyorum: Ya bu sorunun kaynağı tam da kuzulaştırılmış olmaktan geçiyorsa? Bu “Niye”nin eşlik ettiği hassasiyet, fonetik bir fırsat sunuyorsa bizlere; beyaz tüylü bir “meleme”, medeni bir “niye”ye tekabül ediyorsa? Sigmund Freud, Das Unbehagen in der Kultur adlı kitabında, toplumun şu anki nispeten barışçıl yapısını kazanmasına olanak sağlayan unsurların, şiddete meğilli ilkel arzuların ve hislerin bastırılması (repression) dolayısıyla imkan bulduğunu vurgular. Bu zaviyeden baktığımızda kurbanlıkların, temelde potansiyel halde bulunan toplum içi şiddetin yönelimsel niteliğine işaret ettiğini düşünüyorum. Kanaatimce, kurban vererek sadece ortaya çıkması muhtemel olan şiddetin yönünü değiştirmiyor aynı zamanda sürekli baskı altında tutulan bir kurdu bu “görsel ziyafete” ortak ediyoruz. 


Alfred Kubin - Self-Observation (1901-1902)

Alfred Kubin’in “Self-Observation” adlı çalışması bu açıdan bizlere kanlı bir örnek gösteriyor: Kesilmiş bir baş, yarı etkin bir gözlem iradesiyle sürekli önceden sahip olduğunu/sahibini izliyor. Zifiri karanlıkta başımızı çevirdiğimizde orada olduğunu bildiğimiz insanı nasıl tanıyorsak, öyle bir yolla tanımaya çalışmalıyız bu kesik vücudu, eşkıya, haydut (aiducco) bedenlerimizi. O da öyle yapıyor. Öyle ki kurt orada yatıyor. Üçüncü bir gözün menzilinde, Kubin’in resmettiği kadar yakınız kendimize; ancak bir izleyici merceğinden seçmeye çalıştığımız bu korkunç uzaklık bize ilham verebiliyor. Kendimizi asla bir bütün olarak hissedemeyecek olmamıza rağmen kurban vaktine, o travmatik ana (Augenblick), kanın ve feragat ettiğimiz tüm “çılgınlıkların” hayaline çağırıyor bizi.

[1] René Girard, Violence and the Sacred (New York: Continuum, 2007), p. 4.
[2] Ibid, p. 18.
[3] Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life (California: Stanford University Press, 1998), pp. 104-105.

- Buğra Yasin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder