15 Kasım 2012 Perşembe

Tarkovsky ve Kurban

Kurban Bayramı’nın halen ciddi olarak kutlandığı şu günlerde kavramsal olarak kurbanın ve kurban etmenin ne olduğunu anlamaya çalıştık. Birşeyi kurban ederken tam olarak ne amaçlanır? Kurban etmenin herhangi bir fedakarlıktan farkı nedir? Kurban etmek ve bireysellik arasındaki ilişki nedir? 

Andrei Tarkovsky - Kurban/Offret (1986)
Bu ve benzeri soruları Andrei Tarkovsky İsveç’de çekilen son filmi Kurban’da (Offret, 1986) Alexander isimli karakteri üzerinden sorgular. Alexander, İsveç’in şehir yaşamından uzakda bir adada bulunan müstakil evinde yaşamını sürdürmektedir. Geçmişinde tiyatroda elde ettiği başarıları yüzünden entelektüel çevrelerce oldukça beğenilen Alexander bugünlerde üniversitede estetik dersleri vermekte ve tam olarak anlaşılmayan bir sebepten Küçük Adam olarak adlandırdığı oğluyla vakit geçirmektedir. Film, bu ikilinin kurumuş bir Japon ağacını tekrar canlandırmak amacıyla dikmeleriyle başlar. Bir süre sonra adanın eksantrik postacısı ve Alexander’ın arkadaşı Otto bisikletiyle gelir ve Alexander’ın doğum gününü kutlar. Sonrasında Alexander ve Otto arasındaki konuşmalardan iki karakter hakkında daha geniş bir bilgiye sahip oluruz. Otto ve Alexander arasında geçen konuşmada Alexander’in tanrıyla hiçbir ilişkisi olmadığı ve doğum gününü kutlamak amacıyla karısı Adelaide ve aile doktoru Victor’un kendisini ziyarete geleceği anlaşılır.
Ancak, önceki filmerinde olduğu gibi Tarkovsky Kurban’da da seyirciye alışık olduğumuz türden bir olay örgüsü sunmaz. Gerçeklik ve hayal arasında gidip gelen görüntülere ek olarak filmde ölü zamanların, uzun ve neredeyse anlamsız konuşmaların hakimiyeti söz konusudur. Filmin devamında anlaşılacağı üzere dünya nükleer bir felaket ile karşı karşıyadır; televizyondan gelen habere göre nükleer başlıklar kontroldan çıkmış ve çok yakın bir zamanda dünya üzerindeki yaşamı sona erdirecektir.
Kısa süren bir kargaşa sonrasında Alexander hayatında ilk kez tanrıya yalvarmaya karar verir. Tanrının bu felaketi önlemesi durumunda Küçük Adam dahil sahip oldugu herşeyden vazgeçeceğini, konuşmayı bırakacağını ve evini yakacağını söyler. Kısacası Alexander, arkadaşları, sevdikleri ve dünyanın geri kalanı için bireyselliğinden vazgeçer, kendini ve onca senedir kurduğu hayatı bir kurban olarak tanrıya sunar. Otto’ya göre ise nükleer felaketi önlemenin başka bir yolu daha vardır: Otto Alexander’a cadı olarak adlandırdığı evin hizmetçisi Maria’yı görmesini ve onunla yatması gerektiğini söyler. Bunun üzerine Alexander Maria’yı ziyaret eder ve yatmamaları karşısında Maria’yı intihar etmekle tehdit eder. Hayal ile gerçek arasında gidip gelen görüntüler sonucunda Alexander sonraki sabah yatağından uyanır ve felaketin ortadan kalktığını farkeder. Adelaide ve Victor’u evden uzaklaştırdıktan sonra da tanrıya söz verdiği gibi evini yakar, hezeyan içinde yangını izlerken konuşmaz, oradan oraya deli gibi savrulur ve en nihayetinde bir ambulans tarafından olay mahalinden uzaklaştırılır.
Konusu itibariyle Kurban, insanın bir birey olarak merkezi bir yerde olabileceği ve kendini kurban ederek kendisi dışında gelişebilecek olaylara bir etki yaratabileceği görüşünü savunuyor. Bu görüş kimselere göre oldukça ruhani gibi görünse de, bir o kadar da abartılı bir şekilde  gülünç, anlamsız ve gerçek dışı bir durum sergiliyor. Ancak Tarkovsky’nin derdi tam olarak burada yatmıyor; daha doğrusu, filmde gelişen olayları gerçekçi ve doğrudan bir şekilde algılamaktansa filmin hikayesinin ötesinde var olan soyut bir düşünsel yapısından bahsetmek gerekiyor.
Böyle bir okumayı gerektiren sebeplerin başında Tarkovsky’nin filmde gelişen olayları tamamiyle belirsiz bir şekilde aktarması bulunuyor. Gerçekten nükleer bir felaket yaşandı mı? Bunun ardından Alexander gerçekten tanrıya yalvardı mı? Alexander gerçekten de Maria’yı ziyaret etti mi? Bu tip sorulara filmin açık bir cevabı bulunmuyor. Felaket haberinin sonralarında karakterlerin bolca alkol ve sakinleştirici tükettiklerini de düşünürsek, arada yaşananların hayal ürününden öte birşey olmadığı kanaatini rahatlıkla getirebiliriz. Üstelik, film boyunca Tarkovsky üç farklı renk kuşağıyla sahnelerini açıkça bölüyor. Renkli ve siyah-beyaz görüntülere ek olarak, arada Alexander’ın tek başına ortalıkta dolaştığı (buna Maria’yı ziyaret etmesi de dahil) renklerin gerçek dışı bir şekilde doymuş olarak aktarıldığı sahneler de mevcut – dolayısıyla bu sahnelerin geleneksel olarak ‘hayali’ olduğu düşüncesi öne çıkıyor.
Yine de filmin büyük bölümünün hayal ürünü olduğu, olayların Alexander’ın zihninde gerçekleştiği fikri bana göre filmi oldukça banal bir hale sokuyor. Tarkovsky hayal ve gerçek arasında gidip gelen anlatımını herşeyin bir rüya olduğu düşüncesini göstermekten öte, bunun bir izleme ve deneyim süreci olduğunu anımsatıyor kanımca. Ayrıca Tarkovsky’nin derdini daha sembolik yollarla anlatmaya çalışan bir sanatçı olduğu da hayliyle biliniyor. Bu açıdan da filmin bana göre iki farklı anlamı öne çıkıyor. Birincisi filmin Tarkovsky’nin o anki hayatıyla olan otobiyografik bağlantısı. Uzun yıllar boyunca Sovyet Rusya’da sansürle debelenmiş, devletin resmi görüşlerine olabildiğince karşı çıkan Tarkovsky önceki filmi Nostalghia’yı (1983) çekerken Batı Avrupa’ya yerleşmeyi düşünüyor, ama ailesi ve çocukları için ülkesine geri dönmeye karar veriyor. Ancak, Rusya’yi bir sonraki terk edişinde sürgün yaşamını tercih ediyor ve Kurban projesine yoğunluk veriyor. Bu açıdan kurban teması, kendisinin terk ettiği bağlardan ve tamamiyle sanatına yönelmesi açısından önemli ve açıklayıcı bir unsur.
İkinci mesele ise Tarkovsky’nin genel olarak dünya görüşü ve Batı kültürüne karşı tutumuyla ilgili. Zamanın diğer Rus sanatçıları gibi Tarkovsky Sovyet Rusya’yı eleştirdiği kadar, farklı bir açıdan da olsa Batı kültürünü de eleştiriyor. Batı’nın para, güç ve maddi mülk saplantısının insanı kendi varoluşundan uzaklaştırdığını, buna karşılık insanın daha manevi konulara önem vermesi gerektiğini düşünüyor. Kısacası Batı kültürünü materyalist bir düzen olarak algılerken, insanlığın daha manevi veya ruhani bir yaşamı tercih etmesini istiyor. Böylece Alexander’ın maddi varlıklarından ve ilişkilerinden vazgeçmesi çok farklı bir boyut kazanıyor. Film çerçevesinde maddi hayatı geride bırakmanın bir felaketi ve yaşamın sonunu önleyebileceğini düşünürsek, ‘ruhani kurtuluşun’ ancak böyle bir hareket sonucunda – sahip olduğumuz şeylerden vazgeçerek –   gerçekleşebileceği düşüncesi yer alıyor. Filmde yer alan bir diyalog da bütün bu meseleyi özetler nitelikte. Alexander, Otto’nun hediye ettiği Avrupa haritası karşısında ‘ne güzel, ne iyi ettin’ gibi sözler sergileyerek hediyenin gereksiz büyüklüğünün altını çiziyor ve Otto’nun böyle bir işe kalkışmasına gerek olmadığını söylüyor. Otto’nun cevabı ise oldukça anlamlı: “Every gift involves a sacrifice. If not, what kind of gift would it be?”
 ~ Emre Çağlayan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder