26 Ağustos 2013 Pazartesi

Nitimur in Vetitum – Gezi Direnişi’ndeki Nietzsche


Ceren Elitez - Nitimur in Vetitum
Öncekilerin aksine bu yazımda siyasetin dışında kalmayı seçiyorum. Lakin okurun homurdandığını düşündüğüm iki itirazı aklımdan çıkarmadan: 1) Siyasetin hüküm sürmediği bir alan mevcut mudur? 2) Siyaset üzerine mülahazaların böylesine kıymetli olduğu zamanlarda kendini bu alandan  soyutlamak kendi içinde siyasi bir karara işaret eden bir yönelim değil midir? O halde amacımı tekrardan belirtmeliyim – yazımın siyaset dışı olacağı ile kastettiğim meta-politik olacağıdır, başka bir şey değil.

Öyle ki meta-politik zaviyeye olan ihtiyacımızın devrim iştahını örselemesi gerektiğini düşünmekteyim. Meta-politik analiz a priori kabul ettiğimiz, yani herhangi bir tenkit veya eleştiri üretmeden içselleştirdiğimiz politik kavramları sorunsallaştırır. Mesela Gezi Parkı direnişine refakat eden özgürlük kavramınını ele alalım: Özgürlük nedir? Özgürlük olarak bağrımıza bastığımız hal ve durumlar nasıl tanımlanabilir? Özgür olmak tahakküm altında kalmadan, bireyin öz-iradesi (self-determination) ile belirlediği ahlaki, siyasi ve kültürel sınırların mı ifadesidir? Yoksa özgürlük kavramı topyekün sınırların kaldırılmasına mı tekabül eder? Özgürlük bir ağaç gibi tek ve hür mü yaşamaktır? . . . yoksa bir ormana ihtiyaç mı duymaktadır, her özgür bireyin birbiriyle kardeşçe yaşadığı? [1]

Kabul ediyorum – bu tür sorular günümüz şartlarında bir lüks olarak telakki edilebilir. İnsanların fişlendiği, “özgürlüklerin” yok sayıldığı; veyahut özgürlüğün dili/eli palalıların tekelinde olduğu bu ahval ve şerâit içinde birinci vazife teori olarak gözükmeyebilir. Lakin biz yapılmaması gerekeni yerine getirerek eylem ve devrim erbablarını bu külfetten kurtaralım.

Sorumuz oldukça açık: Direnişin ilk günlerinde Taksim’deki Fransız Konsolosluğu’nun duvarını süsleyen graffitiNitimur in Vetitum – ne anlama gelmektedir? Nietzsche’nin alıntıladığı bölüm Ovid’in Amores adlı yapıtının üçüncü kitabında, “Evli Erkeklere Öğütler” kısmında geçiyor: Erkeklere eşlerini zapt u rapt altına almamalarını öğütleyen Ovid, buna neden olarak kadınların (ve aynı zamanda insanların) özellikle yasak olana şevk ve arzu duymalarını neden gösteriyor:

Cui peccare licet, peccat minus;
ipsa potestas semina nequitiae languidiora facit.

(Kim ki günah işlemeye özgürse
O kadar uzaktır günahtan
Günah işleyebilmek – işte bu güçtür
Günah tohumunu zayıflatan) [2]
    
Bu dizelerin hemen akabinde karşımıza meşhur pasaj çıkıyor: nitimur in vetitum semper cupimusque negata – yasak olanı ister, bize yasak kılınanları arzularız. Şüphesiz Ovid bunu dile getirirken politik bir vaaz vermek gayesinde değildi. Soyut bir sosyal/siyasi teori sunmaktan ziyade günlük hayata dair pratik felsefeler öne sürmekte, sadece Roma aristokrasisine değil Roma'yı oluşturan vatandaşların her birine seslenmekteydi. Kuşkusuz bu nasihat, XXI. Yüzyıl Türkiye'sindeki erkekler (ve kadınlar!) için geçerliliğini kaybetmemiş gözükmektedir.

Peki ya Nietzsche? Mevz-u bahis motto, Nietzsche'nin yayınladığı son kitap olan Ecce Homo'nun önsözünde, III. aforizmada karşımıza çıkıyor. Tam olarak şu şekilde:

Yazılarımın havasını solumayı bilen herkes kabul edecektir ki bu hava yükseklerin havasıdır; sert bir havadır. Bu hava için hazır bulunmalısınız aksi halde hasta olabilirsiniz. Hemen yakında buzlar ve muazzam bir yalnızlık hissi var – ancak her şey ne de sakince, huzurlu bir şekilde uzanıyor ışığın altında! Ne kadar rahat nefes alabiliyorsunuz! Nasıl da hissediyorsunuz birçok şeyin sizden aşağı olduğunu! – Anladığım ve yaşadığım kadarıyla felsefe, buzlu ve engin dağların yamaçlarında yaşanan bir hayattır – varoluşun tüm garip ve sorguya açık yönlerinin, ahlakın yasakladığı tüm şeylerin ziyaret edildiği. Yasak olana içre gezintiler vasıtasıyla edindiğim deneyimlerin bana öğrettiği, insanların hangi olası nedenlerle nispeten arzu edilebilecek ahlak ve ülküler yerine farklı yönlere sapmış olduğudur: bu yolla öğrendim filozofların gizli hayatlarını, o büyük isimlerin psikolojilerini – Bir insan ne kadar hakikate tahammül edebiliyor; hangi hakikati ne oranda tehlikeye atabiliyor? İşte bu benim için değerin asıl ölçüsü haline geldi.  Yanılgı (– ülkülere inanmak –) körlük değildir; yanılgı korkaklaktır . . . Kayda değer her başarının, bilgi yolunda atılan her adımın kaynağı cesarettir; kendine karşı sergilediğin acımasızlık, kendinle ilgili takındığın temizlik hassasiyetidir. Ben ülküleri reddetmiyorum; eğer onlarla uğraşmam gerekiyorsa ellerime eldiven geçiriyorum o kadar . . .  Nitimur in vetitium: İşte bu nişan altında zafere ulaşacak felsefem çünkü bize mutlak olarak yasaklanan hakikatten başka bir şey değildir. [3]

Biraz şaşırmış olabiliriz – Neden? Değerlerin alt-üst edilmesi gerektiğine kanaat getiren; Tanrı'nın öldüğünü müjdeleyen; felsefi görecelik lehtarı bakış açısıyla post-modern dünyanın kapısını aralayan bir Nietzsche ile karşılaşmadığımız için olabilir mi? Son cümlede açıkça ortaya serildiği üzere Nietzsche, değer yargılarının mutlak göreceliğinden ziyade Batı dünyasını iki bin yıldan beri boyunduruğu altına almış muayyen bir fikir dünyasının yapıbozumunu savunuyor. Nietzsche'nin Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) olarak isimlendirdiği bu düşün/inanç yapısına itirazı, içine doğduğumuz ve varoluşumuzun içinde hasıl olduğu dünyayı nihayetinde hipotetik bir varsayım olan öte-dünya gıyabında feragat etme sorunsalında kristalleşiyor. Günümüzdeki Nietzsche “muhabbetlerinin” saplandığı gudubet bataklık budur – “Whiggish history”: Geçmişi bugünün değerleriyle ele almak; bugünün ışığı ile ona yönelmek.

Pekala Nietzsche “bize mutlak olarak yasaklanan hakikatten başka bir şey değildir” derken ne demek istemektedir? Nietzsche'nin “hakikati” neye tekabül ediyor? Öte-dünya yerine içinde yaşadığımız dünyanın kutsallaştırılmasını, bu dünyaya içre yeni değerler – yeni “korkuluklar” - yaratılmasını salık vermediğini söyleyebiliriz. Örneğin, Götzen-Dämmerung, oder, Wie man mit dem Hammer philosophiert adlı kitabında Nietzsche, ekseriyetle gözden kaçırılan bir noktanın altını çizer. Metafiziğin tekamül ettiği evreleri kendine has üslubuyla özetleyen Nietzsche, önceleri öte-dünyaya eş koşulan hakikatin reddedilmesi akabinde ufukta belirmesi gayet muhtemel tehlikeli bir olasılıktan söz etmektedir:

"5. ‘Gerçek dünya’ – bir yükümlülük olarak dahi herhangi bir işlevi kalmamış fikir – lüzümsuz, köhne bir fikir ve bu nedenle reddedilen bir fikir: kurtulalım ondan! (Pırıl pırıl bir gün; günün ilk saatleri; akl-ı selim ile neşenin geri dönüşü; Plato utançtan kızırıyor; tüm özgür ruhların velvele vakti.)

6. Gerçek dünya tedavülden kalktı: peki hangi dünya geriye kaldı? Hayali dünya belki de? . . . Ancak hayır! Gerçek dünyanın yanında hayali dünyadan da kurtulduk! (Öğle vakti; gölgenin en kısa olduğu an; en uzun yanılgının sonu; insanlığın zirve noktası; INCIPIT  ZARATHUSTRA!)" [4]    

Zarathustra’nın felsefesinin başladığı an [Incipit Zarahustra] değerlerin birbirine zıt konumlandırılması için olmazsa olmaz bir işlev gören Platoncu arkitektoniğin ve bu yapının muhafaza ettiği ikiciliğin (dualism) ortadan kaldırılmasına içre gözümektedir. Hayali dünyanın ilgasına ilişkin eklenen bu altıncı madde Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) varoluş tasavvurunun etkisini yitirmesiyle işlevi kalmayan “öte-dünya” fikrinin, dünyaya geri yansıtılmak suretiyle canlanabileceği tehlikesine atıfta bulunmaktadır. Dünya-içinde benzer kategorizasyonların ortaya çıkması korkutmaktadır Nietzsche’yi – İlerleme/Kalkınma/Gelişme ideali (bkz. Osmanlıca terakki ve bunun siyasi izdüşümü olarak İttihat ve Terakki Partisi!), hümanizm, muhtelif örnekleriyle sosyalizm/komünizm/anarşizm . . . Nietzsche’ye göre bu kavramların her biri kendi içinde zımni veya açık olarak kurgulanan bir erek [telos] ihtiva eder. 

"İnsan varoluşunun faniliği, var olmuş ve var olmayı bekleyen şeylerin faniliğinden ayrıştırılamaz. İnsan, herhangi bir özel yaratımın, iradenin veya ereğin ürünü değildir ve aynı şekilde insan, “insanlık”, “mutluluk” veya “ahlak” ideallerine erişmek için uğraşıp çabalamamaktadır – insan varoluşunu şu veya bu ereğe indirgeme istenci saçma bir uğraştır. “Erek” kavramını biz insanlar yarattık: gerçek kendi içinde ereksel değildir [there are no purposes in reality]" [5]

O halde Nietzsche, yazımın başında gerekliliğinden dem vurduğum meta-politik analiz için kilit rol oynamaktadır. Zarahustra’nın felsefesi sadece din veya Tanrı fikrini değil (bkz. Nietzsche “muhabbetlerinin” alev aldığı açıklama – “Gott ist tot” – “Tanrı öldü” –), modern hayatın temel taşlarından olan ve dinsel bir halo ile taçlandırılmış özgürlük/demokrasi paradigmasını da tarışmaya açmaktadır. Dostoyevski’nin aksine Nietzsche gayet iyi bilmektedir ki Tanrı’nın ölümü ile insan her şeyi yapabilme özgürlüğüne nail değildir; henüz değildir, nitekim bunu sağlayacak olan, paradoksal şekilde, özgürlüğün imkansızlığının (özgürlük idesinin kurgusallığının) idrak edildiği andır. Ancak kendisinin de dile getirdiği gibi bu hakikatle yüzleşmek sert havalara, yeğin yüksekliklere tahammül edebilecek insanlara ihtiyaç duymaktadır. Ve bu havalar çelişkileri, paradoksları saf dışı bırakmak istemez; uyumsuzluk bu sert iklimi yumuşatan meltemdir – rerum concordia discors. İşte bu yüzdendir ki Tanrı’nın öldüğünü dile getiren Nietzsche, Şen Bilim’de Hristiyan mistiklerden Meister Eckhart’ın şu sözünü tekrarlamaktan gocunmamıştır – “Tanrı’ya yakarıyorum beni Tanrı’dan arındırması için!” [6]  Nietzsche, diktatörlükle baş etmeyi şiar edinmiş demokrasi mücahitinin önüne devirmesi gereken bir ideal daha koymaktadır. Bu ideal, kapitalist sisteme eklemlenmiş halde inkişaf eden liberal demokrasinin en yüce idesinden, özgürlük idealinden başkası değildir.  

[1] Nazım Hikmet, Davet.
[2] Ovid, Amores, III/IV. Bu yazıdaki çeviriler bana aittir.
[3] Friedrich Nietzsche, Ecce Homo, The Antichrist, Ecce Homo, Twilight of the Idols and Other Writings içinde (Cambridge: Cambridge University Press, 2005), pp. 69-152. Bkz. p. 71.
[4] Fridrich Nietzsche, Twilight of the Idols, The Antichrist, Ecce Homo, Twilight of the Idols and Other Writings içinde (Cambridge: Cambridge University Press, 2005), pp. 153-230. Bkz. p. 171.
[5] A.g.e, p. 182.
[6] Friedrich Nietzsche, Gay Science (Cambridge: Cambridge University Press, 2001), s. 30 & s. 166.

~ Buğra Yasin 


8 Temmuz 2013 Pazartesi

Pislediğin Kaptan Yemek: Dış Mihraklar, AK Parti ve Gökçek Melih

Yirminci yüzyıl süresince devrimci, libertin veyahut ezilen olsun, bu unsurları belli bir edebi platformda bir araya getirmiş figür kuşkusuz Franz Kafka'dır. Yarattığı kahramanlar ekseriyetle bürokratik labirentler, oligarşik güç yapıları veya Yasa'nın tahakkümü altında ezilir; başkalaşmak suretiyle kendine yabancı bölünmüş bir bireye dönüşür. Gezi Parkı olayları vasıtasıyla bu Kafkaesk motifleri tekrardan canlandıran yepyeni bir güç/otorite simgesi çıkıyor karşımıza: Gökçek Melih. Bu yeni güç spesimeninin tahlili oldukça güç olsa da kendisini Kafka romanlarındaki muazzam, ulaşılması imkansız güç simgelerinden ayıran yegane unsur kendisini dinleyebiliyor ve aynı zamanda kendisiyle ilişkiye geçebiliyor oluşumuz olarak gözüküyor. Eskiden otorite kendisini halktan uzak tutmak yoluyla, şeffaflık ilkesini görmezden gelerek başarıya ulaşabiliyordu. Bir diğer deyişle bireyin ezilebilmesi, devletin muhtelif noktalarını kontrol altında tutanların mutlak ulaşılamazlığı prensibine dayanmaktaydı. Oysa Gökçek Melih gelecekte peyda olacak totaliter veya baskıcı rejimler için olması gereken her türlü niteliği bünyesinde barındırmakla otokratik-diktatöryel literatüre eşsiz katkılarını esirgemiyor. (Gökçek Melih gelecekten gelmiş olabilir mi?)

Gökçek Melih nihayetinde devletin yasama yetkisinin içinde yer almayan; anayasanın belirlediği görevleri yapmakla mükellef bir belediye başkanıdır. Bunun dışında AK Parti üyesi olmasından gayrı bizi ilgilendiren başka bir niteliği bulunmamaktadır. Pekala hangi neden ve nedenlerle sosyal medyada bu kadar varlık göstermektedir? İletişim kanallarının günümüzde olduğu kadar gelişmediği dönemlerde, özellikle XX. Yüzyıl'ın ilk yarısında, propaganda faaliyetleri merkezi bir zümre tarafınca kararlaştırılır, belirlenen siyasi figürler ve kurumlar vasıtasıyla bu planlar yürürlüğe konurdu. Haberin ve bilginin nisbi olarak daha akıcı olduğu çağımızda bu tür faaliyetlerin merkezi kararlardan ziyade Gökçek Melih gibi mahalli kanallara yönlendirilmesi elbette şaşırtıcı değildir. Aşağıda Sayın Belediye Başkanı tarafından “RT” edilen, paylaşılan bilgileri görebilirsiniz:

































Dikkat edersiniz ki üzerinde durduğum hususlar Gökçek Melih’in gramer katili bir Caps Lock müridi oluşundan; iPad ile girdiği çetin mücadelelerden; ve “esprit” dolu Gencebay didaktizminden dem vurmuyor. İroniyi ve şakaları bir tarafa bıraktığımızda analitik bir zaviyeyle delik deşik edilmeye epey elverişli iki capcanlı örnek karşımızda duruyor:

Bunlardan ilki Zaytung’un “Atom Bombasının Yapılışı” adlı kupürü. Üzerinde şu notu görüyoruz: Yeni Şafak'tan önce bizde okuyun... Gezi Parkı'ndaki çadırlardan çıkan marjinal örgütlere ait vahşet planları...”. Melih Gökçek, bu “haberin” Zaytung’un manşet haber niteliğini ön plana çıkardığı (“Yeni Şafak”tan önce) kısmını mahsus kırparak veyahut bu notu görmeyerek aynı şekilde Twitter üzerinden kamuoyuyla paylaşıyor. Aslına bakarsanız bu “haber” 26 Mart 1950 yılında Hürriyet gazetesi tarafından yayımlanmış olmasından mütevellit “gerçek” bir haber. Zaytung ise bu rafa kalkmış, üzeri toz tutmuş “gerçekliği” özellikle çarpıtarak, yani medyanın Gezi Parkı direnişi süresince olayları başka yönlere çekmesini veya görmezden gelmesini tiye alarak, güncel bir “gerçeğe” eklemliyor ve karşımıza böylesine nadide bir mizah örneği çıkıyor. Bu da çok doğal nitekim mizah, mevcut veya süregelene (actual) atıfta bulunmadan yapılmaz; evet, yapılabilir, ancak renksiz ve tatsızdır. Tabii bir de işin diğer tarafı var: Gökçek Melih’in bu haberi “doğru haber” olarak algılayıp kamuoyu ile paylaşmasını safdillik olarak mı algılamalıyız? Gökçek Melih kadar zeki bir politikacı/belediye başkanı/21. Yüzyıl ideologu böylesine apaçık mizahı ancak ve ancak temsil ettiği ve parçası olduğu “gerçekliğin” güçlü bir saldırı altında olduğu bir “nevrotik buhran” anında kaçırabilirdi; ve gerçekten de öyle oldu. Aynı zamanda dilinden birçok şey de kaçırmış oldu: Gezi Parkı’nda direnmeye devam eden insanları nükleer silahlar üretebilecek bir güruh olarak tanımlayarak onları gerçekten de şeytani bir unsur olarak gördüğünü itiraf etti. Altını çiziyorum – şeytani: sadece kötü değil, aynı zamanda kötülükleri tüm teknolojik unsurları seferber ederek planlayabilen, bu planları uygulamaya dökebileceğinden korkulması gereken; müdahale edilmesi gereken, çünkü bunlara muktedir olan bir güruh.

Burada bu düşünce yapısının paranoyak dinamikleri üzerinde durmayacağım. Öyle ki Soğuk Savaş dönemine kadar inen ve derin kökleri olan bu “nükleer” korku, izaha mahal bırakmayacak derecede açık. Gökçek vasıtasıyla başka bir alana yönelmek istiyorum: Gezi olaylarının başında argüman üretemeyecek duruma gelip bir nevi abandone olan AK Parti ve üyelerinin ilk şaşkınlıktan, Türkiye’de ekseriyetle bilinen bir argümanla kurtulmaya çalıştığının ve çalışıyor olduğunun altını çizmek istiyorum. Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan’ın zikrettiği “faiz lobisi” edebiyatı ve sonrasında Gökçek Melih tarafından Selin Girit’e yöneltilen casusluk suçlamaları yıllardır zihnimize kazınmış “dış mihraklar” motifinden nemalanmaktadır: Sayın Yüce Başbakan, siyaset terminolojisine eklemiş olduğu “faiz grupları” kavramıyla kim veya kimleri işaret etmektedir? Bu gruplar nihayetinde AK Parti’nin de üyesi bulunduğu uluslararası finans kapitalizminin yönlendirici unsurları değil midir? Amiyane ifadeyle – AK Parti “yediği kaba pislememekte” midir? Bu bakış açısını tartışmadan önce ilk bakışta konuyla alakasız gözükebilecek bir alıntıya yer vermek istiyorum.

Bazı bakteriler nasıl insan vücudu için gereklilerse, Yahudiler de insanlık [mankind] organizmasının bir parçası olmalarından mütevellit gerekli bir bakteri olarak gözükmektedir . . . İnsanlık Yahudilik lekesine, dünyevi misyonunu tamamlaması için gerekli olan canlılığı muhafaza etmek adına ihtiyaç duyar. O yüzden Yahudileri aramızda gerekli bir şeytani unsur (necessary evil) olarak kabul etmeliyiz; kim bilir, dünyevi misyonun tamamlanmasına belki binlerce yıl var. Lakin vücuttaki bakteriler kabul edilebilir bir seviyeyi aştığında nasıl içinde bulundukları vücuda zarar veriyorlarsa, ülkemiz de buna benzer şekilde ruhsal bir hastalığın pençesine düşebilir. Bu bakterilerin bizi tamamen terk etmesi ile üzerimizde mutlak bir tahakküm kurması arasında her iki durumun da neden olacağı felaketler açısından bir fark yoktur. [1]

Nazi rejiminin ideologlarından Alfred Rosenberg bu tafsilâtlı analizinde ideolojinin işleyişini “yanlışlıkla” ifşa ettiği noktadadır: Nasyonel Sosyalist ideolojinin devamlılığı, kendi içindeki tutarlılığı, paradoksal şekilde Yahudilerin var olması koşuluna bağlanmaktadır. Mevzu bahis “dış mihraklar” edebiyatını tam da bu noktaya istinaden tartışmamalı mıyız? Belki de ideolojinin koşulu tam da yediğin kaba pislemeye ya da pislediğin kaptan yemeye dayanmaktadır. Öyle ya, Erdoğan’ın büyük bir iştahla övündüğü “ekonomik başarı” ve “ilerleme” diskuru bunlara muvazi düzlemde gerçekleşen, üzerine istifra ettiği ülke içi ve dışında cirit atan “mihraklar” olmadan gerçekleşebilir miydi? Nasyonel Sosyalist ideoloji bir veya birden fazla, birbiriyle ilişki içinde olan “düşman/düşmanlar” belirlemeden propaganda faaliyetlerini sürdürebilir miydi?

Gezi Direnişi'nin başlangıcından itibaren süregelen bir edebiyatla karşı karşıyayız: AK Parti, esnafın mağdur olduğu, turizmin baltalandığı, uluslararası “faiz lobisinin” Türkiye'yi “beni baştan yarat” mantığıyla tekrardan kurgulamaya çalıştığı “mağdur” bir ülke imajı çizmek istemektedir. “Ekonomiyi durduralım!” inisiyatifinin casuslukla, vatan hainliğiyle eş tutulduğu, müsamaha göstermekten aciz, ve aynı zamanda tahammülsüz bir iradeye karşı devam ediyor siyasi mücadele. Halka palalar ve sopalarla saldıran esnaf, ekonomik olumsuzluklardan kaynaklanmış olabileceği öne sürülen “buhran” nedeniyle mazur görülebiliyor ve akabinde “tutuksuz” yargılanabiliyor. Bunun yanında üretmeyi reddeden; “durarak” olsun forumlarda “fikir teatisi” gerçekleştirerek olsun, sisteme hiçbir şekilde materyal faydası (para, rant, kâr, vb.) dokunmayanlar, potansiyel “tutuklu” görülerek hakir görülüyor, hakarete uğruyor, rencide ediliyor, sözlü veya somut şiddete maruz bırakılıyor.

Tüm direnenlerin görmesi gereken Gökçek Melih fenomeniyle, “dış mihraklar” edebiyatıyla direnişçilerin üzerine kâbus gibi çöken gücün kapitalizme ve bu suretle tamamıyla b/Batıya ait bir oluşum olduğudur. [2] Zaten “orada” olmayan şeriat tehlikesi, Yetvart Danzikyan'ın 8 Temmuz tarihli yazısında altını çizdiği gibi, “Bonapartist” bir tehdide evrilmiştir. [3] Naçizane fikrim: AKP ve Ekselansları Erdoğan ile mücadele, çalışkan, tutumlu, mütevekkil özne yapısının (homo oeconomicus'un) yapı-bozumunda; rasyonalizmin (akılcılığın) ekonomik, kültürel, siyasi yansımalarının eleştirisinde; ahlâkın yeknesak hayat düzeni, yekpare insan tasavvuru ve toplumsal adet ve alışanlıkların kritiği düzleminde ilerlemesi gerektiğidir. Direnişin ilk günlerinde “yazıldığı” gibi: Nitimur in vetitum. [4]



[1] Alfred Rosenberg, “The Earth-Centered Jew Lacks a Soul,” in George L. Mosse (ed.) Nazi Culture (New York: Shocken Books, 1966), pp. 75–78. Quoted from p. 77 (çeviri benimdir).

[2] Yetvart Danzikyan, “Şu resmi bize anlatabilir misiniz sayın vali,” Radikal içinde, 08/07/2013: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/su_resmi_bize_anlatabilir_misiniz_sayin_vali-1140855

[3] Bkz. Georges Bataille, The Accursed Share [VOL. I] (New York: Zone Books), s. 123. & Georges Bataille, “The Psychological Structure of Fascism” Fred Botting ve Scott Wilson (ed.) The Bataille Reader içinde (Oxford: Blackwell Publishers), s. 177.

[4] "Yasaklanmış olana erişmektir amacımız".

~ Buğra Yasin

21 Haziran 2013 Cuma

"Ne diyo lan bunlar!" - Gezi Parkı ve Direnişin Dili

I

Yapılması gerekenlerden dem vurarak başlamayacağım bu yazıya. Bu yazı, yapılması gerekenleri yapamayanların/yapmayanların dünyasında kaleme alınıyor. Öncelikle müsaade edin, ne yapılması gerektiğiyle ne yapılabileceği/yapıldığı arasındaki problematik bağı tartışarak başlayayım yazıma:

Ne yapılması gerekene dair olan düşünce (ya da felsefe) ile eylem (ne yapılabileceği/yapıldığı) arasındaki uzlaşmazlık Hegel tarafından şu şekilde zikredilmiştir:

Felsefe, dünyanın nasıl olması gerektiğine dair somut önerilerini, meydana geç çıkmasından mütevellit aktaramamıştır. Felsefe, kasvetli resmini çizedursun hayat çoktan yaşlanmıştır. Mevzu bahis hayat, çizilen kasvetli resimle canlandıralamaz; ancak kavranabilir, anlaşılır kılınabilir. Minerva'nın baykuşu kanatlarını açıp uçmaya ancak akşam karanlığında başlar.[1]

Şüphesiz Hegel Minerva'nın baykuşu sembolizmi ile bilgiden, yani somut eylemlere (praxis) pusula görevi ifa edecek olan teoriden dem vurmaktadır. Bu bakış açısını Gezi Parkı direnişine uyguladığımızda elimizde eza uyandıran bir fatalism kalıyor: Eylemi gerçekleştirirken bunun ne anlamlar yarattığını/yaratacağını bilmiyorsak direniş neye/kime yarar? Eylemin mahiyetini ancak gelecekte kavrayabiliyorsak; tüm bu olanların mânâsı ancak gelecekte çözülebilecekse direniş ile şimdinin/şu anın arasındaki bağ nedir? Neden tevekkülle başımızı eğip kendimizi tarihin gebe olduklarına emanet etmiyoruz? Özellikle son sorunun altını çizmek istiyorum. Nitekim bu yazı başların neden eğilmediği; devletin uyguladığı orantısız güç sonucunda beli bükülmüş, çocuktan yaşlısına onca insanın nasıl olup da umutlarını muhafaza etmeleri gerektiğiyle alakalı olacaktır.

Aslına bakarsanız yazı süresince sıralayacağım argümanlar bir temel önerme etrafında şekilleniyor: Başbakan Erdoğan ve kurmayları tarafından çapulculuk veyahut vandalizm ile suçlanan eylemcilerin aslında demokratik idarenin mihenk taşını oluşturan “akl-ı selim” ile hareket ettiği düşüncesidir bu. Akl-ı selim kavramıyla Batı'daki demokrasi tarihinde çok önemli bir yer işgal eden sensus communis kavramına gönderme yapmaktayım. Yıllardan beri kendisini “demokratik muhafazakâr” olarak tanımlayan Erdoğan'ın gözünden kaçan nokta kendisini konumlandırdığı muhafazakâr düşünce eğilimine dahi zıt yönde hareket ettiği hakikatidir. Edmund Burke'ün Fransız İhtilali'ne ilişkin eleştirilerinin sensus communis fikrini esas aldığını unutmamamız gerekiyor. Halkın (ya da Erdoğan'ın gözüyle – bir kısım zümrenin) dile getirdiği talepler belirli bir tarihselliği olan, farklı iletişim vasıtalarıyla toplumun nüvesine sirayet etmiş temel hak ve hürriyetler üzerine inşa edilmiş düşüncelerdir. Erdoğan'a hatırlatılması gereken üzerinde sıklıkla durduğu cemiyet fikrinin salt dinsel birleşimden ibaret olmadığıdır. İcma (birleşim, toplanma) kökünden türeyen cami kelimesine kutsiyet temelini sağlayan insani dayanışmanın, icmanın bir diğer mânâsı olan “fikir birliği”nde hor görülmesi, böylesine zulümlere maruz bırakılması nasıl izah edilebilir?

Burada bir es verip sizlerle önemli olduğunu düşündüğüm bir paradoksu tartışmak istiyorum: 31 Mayıs Cuma günü, eylem çağrısına icâbet ettiğim ilk günün sonrasında direnişe omuz veremedim. Cismen orada değildim. Ancak şu an, tüm kusurlarıyla yazıya döktüğüm düşüncelerim, Başbakan Erdoğan huzurunda şu şekilde algılanırdı diye düşünüyorum: Bu direnişe katıldığım için potansiyel bir “çapulcuyum” (ya da) bu direnişe sonraki günlerde destek veremediğim için başlangıcında bu direnişin “terörizm”e dönüşümünü idrak edebilecek ampirik kanıtlardan yoksunum. Bu durumda ya pejoratif imaları olan bir yaftalamayla “çapulcu” oluyorum ya da eylemlerin “terörizm”e dönüşümünü salt orada ol(a)madığım için fark edemiyorum. Öyleyse ya çapulcuyum ya da teröristim: Nitekim ya eylemlerin ne anlama geldiğini bilmiyorum ve yapmaya devam ediyorum ya da biliyor ve bilmeye rağmen devam ediyorum. Nitekim Erdoğan'ın bakış açısına göre terörist olabilmek için bu niteliksel değişimin farkına varmam gerekiyor. Bu durumda, bu olanları tüm detaylarıyla bilen (omniscient) Erdoğan, bu direnişin sürmesine negatif yollardan (açık veya üstü örtülü tehditlerle, hakir gören ifadelerle, tepeden bakan üslubuyla vs.) destek olurken “terörist başına” dönüşmüyor mu?

II

Kelimelerimi ve düşünce zincirini mütebessim takip ederken aklıma Slavoj Zizek'in “fıkra”larından birisi geliyor: Adamın biri Doğu Almanya'dan Sovyet Rusya'ya çalışmak için gönderiliyor. Mektuplarının okunacağını ve sansüre maruz kalacağını bildiği için arkadaşlarına bir kod geliştirdiğini söyleyip onlarla bunu paylaşıyor: 'Size gönderdiğim mektup mavi mürekkeple kaleme alınmışsa bilin ki söylediklerim doğrudur. Kırmızıyla yazılmışsa bilin ki doğru değildir'. Belli bir süre geçtikten sonra arkadaşları ilk mektubu alırlar. Mavi mürekkeple kaleme alınmıştır ve mektupta şöyle yazar: 'Burada her şey mükemmel ve olması gerektiği gibi. Alışveriş merkezinde leziz yiyecekler var. Sinemalar Batı'dan harika filmler gösteriyor. Apartman daireleri geniş, ferah ve lüks. Satın alamadığın tek bir şey var – kırmızı mürekkep.” [2] Bir önceki paragrafta uyguladığım mantık silsilesi ve bu jimnasiğe içre istihzanın çıkış noktasını işte bu “kırmızı mürekkep” üzerinden okumalıyız. Gülmek zorundayız (!) çünkü Başbakan Erdoğan'ın trajikomik belagatlarına vereceğimiz cevabın bir polemiğe dönüşemeyeceğini biliyoruz. Nitekim Erdoğan ile sözlü bir münazaraya, salt düşünceler ve fikirler bazlı bir savaşa (polemos) girişmenin imkansız olduğu apaçık ortada.

Sosyal medyanın muhtelif kanallarında ortaya çıkan olağanüstü yaratıcı espriler, tekerlemeler ve genel anlamıyla absürd, işte bu mevcut olmayan kırmızı mürekkebin mavi vurgusudur. Muhalefetin imkansızlığını dolduran “boşluktur”. Penguen dergisinin geçen haftaki sayısında hicvettiği mizansen tam da buna delalet etmektedir: 


 
Erdoğan bu sloganları, duvar yazılarını, grafittileri okuyamamaktadır çünkü özgürlüğün dilini konuşmayıp salt özgürlük ve demokrasiden dem vuranların özgür olamamanın hicivsel semantiğini çözümlemesi mümkün değildir. Ne ilginçtir ki bunun için sağduyu, akl-ı selim – yani sensus communis gerekmektedir. Espriyi kavrayamamıştır Erdoğan. Bu yüzden “demokrat muhafazakar” olma fırsatını da kaçırmış gözükmektedir.

III

Salt görünüşte hiçbir mânâsı olmayan bu sloganlar, içeriğini okumayı bilen direnişçiler için sebatkâr dayanışmanın zeminini oluşturmakla kalmıyor, özgürlüğün susturulmuş sesinin ifade bulabileceği bir “fıkraya” dönüşüyor. Pekala Erdoğan'ın bu “sosyo-kültürel hiyeroglif” karşısındaki vaziyet ve tutumu nasıl yorumlanabilir? Kanaatimce Erdoğan içinde bulunduğumuz koşulları çarpık bir Hegelyen prizmadan süzerek kavramaktadır: Ona göre “Gerçek olan Rasyoneldir ve Rasyonel olan Gerçektir.” Erdoğan, hiçbir mânâ bulamadığı, hem içerik hem de form bakımından irrasyonel gördüğü bu sloganları elbette Gerçek olana ve Gerçek olanın raptiyelendiği, kapiton noktası (le point de capiton) işlevini gören kendisine yöneltilmiş bir tehdit olarak algılamaktadır. Gerçek, Erdoğan'ın mutlak otoritesine ve himayesine ihtiyaç duymaktadır; benzer şekilde Gerçek olanın sindiremediği çapraşık, metnin dışına taşan, mânâ bütününü bozan marjinal unsurlar Erdoğan'ın “kucaklayıcı” şefkatine layık olamamaktadırlar. Bu tür unsurların lokalize olduğu apse (bkz. Gezi Parkı) karantinaya alınmalı, cerahat ivedilikle boşaltılmalı, homeostazi çabuk bir şekilde (acilen değil – a la alemdar) tesis edilmelidir.

Kabul edilmelidir ki kendini toplumun tüm üyelerini kucaklayan, yüzde ellinin değil yüzde yüzün partisi olan AKP'nin “ideoloji üstü” lideri olarak lanse eden Erdoğan'ın eylemleri sözleriyle endişe verici bir tezat oraya koymaktadır. Ancak bu “yalancılık” veyahut “sözünde durmama” şeklinde yorumlanmamalıdır; nitekim bu türden bir okuma Erdoğan'ın içinde bulunduğu durumu insani/psikolojik bir kusura dayandırarak olası bir iyileşme/düzelme fikrini her daim canlı tutar. Erdoğan'ın temsil ettiği ve sadece kendisinin vahyedilen Gerçek, MHP'nin veya CHP'nin saklamaktan çekinmediği milliyetçi ideolojiden daha sinsi ve girift bir yapıya sahiptir. İdeolojinin tepe noktası, “ideolojik” bir dünya görüşüne sahip olunduğunun kabul edilip muhteva edilen unsurların (örneğin devletçilik, milliyetçilik, inkilapçılık, vb.) rakip “ideolojiden” daha kıdemli veya değerli olduğunun dile getirildiği an değildir. Böylesi bir okuma olsa olsa naif bir analizden ibarettir. Aksine mezkur tepe noktası ideolojinin topyekûn reddedildiği âna; yani sosyal dünyanın tasnif ve tefsirinin tarafsız, objektif veyahut salt pragmatik vasıtalarla dile getirilebileceği yargısına içre gözükmektedir. Erdoğan kabul etmese de “boğazına kadar” ideolojinin içine batmış durumdadır. Bu durumda devlet ile ideoloji arasındaki bağın kavranması uygulanan baskıların mahiyetini kavramamıza yardımcı olmaktadır.

Devlet aygıtı (apparatus) kendisini yenilemek ve tekrar tekrar husule gelmek için tüm imkanları seferber eder. Bunlardan en önemlisi Devlet aygıtının (apparatus) tahakküm yoluyla (vahşice kullanılan fiziksel güç, idari emirler ve yasaklar, gizli veyahut açık açık icra edilen sansür) İdeolojik Devlet Aygıtlarının eylemlerini gerçekleştirmesini sağlayacak siyasi koşulları muhafaza etmesidir. [3]


Gerçekten de devlet bugüne dek tüm gücünü seferber etmiş, direnişi kırmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Neticesinde Başbakan Erdoğan'ın “normal” koşullarda sahip olmadığı derecede güç, şu an içinde bulunduğumuz “olağanüstü” günlerde emrine amade durumdadır. Son iki haftadır olanlar ışığında Erdoğan'ın şu an itibariyle elinde bulundurduğu gücü, yasal/idari kanallarla ve gerektirdiği koşullarda şiddete başvurarak (kolluk kuvvetleriyle) “görünür” kılacağı ve direnişin kökünü kurutmaya çalışacağı sonucuna ulaşabiliriz.

Kuşkusuz bu manzara karşısında, yazımın başında da dem vurduğum türden bir hayal kırıklığının veya karamsarlığın direnişe katılan yüzbinlerce insanın üzerine çökeceğini kestirmek zor değildir. Direnişin üzerine bina edildiği temel hak ve hürriyetler istenci unutulmamalıdır ki otoriter ve tepeden inme bir dikey yönetişim modelinden halk kitlelerin “kâile alındığı”, “dinlendiği” yatay bir yönetişim modeline dönüştürülmesi talebiyle pekişmiştir. Lakin hükümetin “dinlemekten” algıladığı Gezi Parkı'na dikilen üç beş sembolik fidandan ibarettir. Kuşkusuz bu ufunetli lütuf, yakın gelecekte kesilecek olan yüzbin (100.000) (!) ağacın akıbetini haber etmektedir. [3]

Umutlarımızın gerçekleşmesi ancak şimdi ve şu anla (hic et nunc) irtibata geçmesi koşuluna dayanır; ancak bu zamansal dinamik temelinde filiz verebilir. Umudu hayalden ayıran yegane unsur umudun ayaklarının yere basması, şimdi ve şu ana nüfuz etmesidir. O açıdan halkın sesinin bastırılması, “kâile alınmaması” umutların “boşa çıkacağı/çıktığı” endişesi yaratabilir. Ancak şunu unutmamalıyız ki dayanılması güç sıkıntılar, Goethe'nin de vurguladığı gibi, umudun gerçekleşmeye en yakın olduğu zaman dilimlerinde hasıl olur. [4] Büyük olasılıkla şu son iki haftadır tüm olanaklarını seferber eden biz direnenler yol gösterecek bir Çobanyıldızı arıyoruz bu vakitlerde; bu yönlendirici pusulanın ışığında yürümek istiyoruz. Ancak unutmamamız gereken, Ernst Bloch'ın da altını çizdiği gibi, bilgi ile cesaretin terkip edilmesi durumunda geleceğin bir kader olmaktan çıkıp bizatihi nüfuz ettiğimiz ve onu buraya – 2013'ün nahoş yaz aylarına çektiğimiz hakikatidir. [5]

Bu durumda geleceğin bizden talep ettiği yegâne şey şiddete başvurulmamasıdır; direnişin stratejisi, hükümetin ve Başbakan Erdoğan'ın “irrasyonel” olarak addedeceği öngörülen hangi yol varsa, bu imkanların kullanılmasından ibarettir. “Duran Adam” politiko-enstelasyonu bu prensip ışığında göz önünde bulundurulması gereken bir örnektir. Devletin ve hükümetin temellük edemeyeceği her türlü “marjinal” dil, şiddeti benimsemediği sürece mübahtır - Laissez faire.

Bırakınız güce sahip olanlar güce daha da sahip olsunlar. Lord Acton'ın formülü gayet açıktır: Güç yozlaştırır, mutlak güç tamamen yozlaştırır. Bundan yaklaşık iki-bin-beş-yüz yıl evvel Sofokles şöyle diyor:

İnsan ki fani, saklamalıdır gözlerden talihi

Ve vazgeçmelidir küstah nutuklardan.

Kader ona gülünce hiçbir zaman inanmaz

Bu refah bu saadet – elbet kaybolabilir bir zaman. [6]

Sayın Erdoğan – Sizi, devletin tüm kurumlarını bu kan ve cerahat üreten gençlik habisini ortadan kaldırmaya davet ediyorum. Bilahare zat-ı şahanenizin ağır ve vakur yürüyüşüne iştirak eden, kamburunuzdaki cânım hüthüt kuşları, Gezi Parkı'nın kurşuni dallarına konacak; aleme şanınızı, mutlak iradeniz ve zaferinizi şak şak şaklayacaktır. Sonun başlangıcı hayırlı olsun. Gazanız/Geziniz mübarek olsun.

[1] G.W.F. Hegel, Philosophy of Right (London: George Bell and Sons, 1896), xxx.
[2] Zizek bu fıkrayı Wall Street işgali sırasında aktarmıştır. Bkz: http://www.pubtheo.com/page.asp?PID=1681 (çeviri benimdir)
[3] Louis Althusser, On Ideology (New York: Verso, 2008), s. 24 (çeviri benimdir).
[4] Ernst Bloch, The Principle of Hope (Cambridge: MIT Press, 1996), p. 193 (çeviri benimdir).
[5] Ibid, p. 198.
[6] Rudolf Bultmann, Primitive Christianity (London: Collins, 1964), p. 134. Sofokles'in Niobe adlı eserinden alıntılanmıştır (çeviri benimdir).

~ Bugra Yasin

9 Haziran 2013 Pazar

Gezi Parkı, ya da vaka-yı hayriye

Bu kadar sarsıcı ve çok yönlü bir olayın incelemesini yapmak oldukça zor. Ancak yeterince destek olduğuma-ve olmaya devam edeceğime-inandığım için ve şu anda eylemin kendisi meşruiyetini koruduğu ve onaylanmaya devam ettiği için, ben bazı çarpık noktaları dile getirmeyi uygun buldum. Bu yazıda gerek eylemci profilinin, eylem bölgesinde yer alan "ideolojik" kampların bir eleştirisini yapmayı hedefliyorum-tabii kendimi de işin içine katarak.

Buna geçmeden önce kendi açımdan bu eylemin neden bu kadar büyüdüğünü ve şahsen neden destek olduğumu açıklamak istiyorum. Bu olayın 3-5 ağaç hakkında olmadığını anlamak için aslında benim desteğime bakmak hükümet için kafi olabilirdi. Bilen bilir, pek çevreci bir insan değilim, olaylar büyüyene kadar da gezi parkındaki direnişi uzaktan uzaktan izliyordum. Ancak ne zaman ki sabahın köründe bir "baskın" yapıldı, bende şalterler attı. Bu noktada, polisin bir süredir devam ettirdiği orantısız güç kullanımına dair tutumu "tavan yaptı" diyebilir miyiz? Bu bence çok doğru olmaz, polisin bu tavrı senelerdir süregelen, artık sıkıcılaşmış, alışılagelmiş birşeydi. Mesele biraz bu eylemin yapıldığı "yer"le ilişkili gibi geliyor bana. Bu polis şiddetinin "burada", yani hep gittiğimiz yerde, yani "dibimizde" yapılması birçok insanı rahatsız etti bana kalırsa. Bunun yanısıra eylemi başlatanların profili de gelen tepkide etkili oldu kanımca. "Çevre" kaygısı, partilerarası bir siyasetin üzerinde, daha "nötr" bir yerde durmakta diyebiliriz. Korkarım Kürtlerin veya solcuların polis şiddetiyle karşılaşmasına alışmışız hepimiz-böyle nitelenemeyen bir grubun da bu şiddetten nasibini alması belki de olayın vahametini herkese göstermiş oldu. Ve umuyorum ki bundan sonra polis şiddetiyle karşılaşılan her yerde, eylemci kim olursa olsun, buna benzer bir tepki gösterilecektir. Velhasıl, benim bu eyleme verdiğim desteğin temelinde polis şiddetine karşı olmam ve eylem yapma özgürlüğünü savunmam var. Çevreye dair kaygılar bana ikincil geliyor artık.

Hükümet demokratik taleplere samim yaklaşıyorsa yapması gereken şeyler çok basit: bütün parklarda, meydanlarda, sokaklarda izin falan alınmadan gösteri-yürüyüş-protesto düzenleme hakkına dair bir yasa tasarısı hazırlamak. "Gidin Kazlıçeşmede yapın" demekle olmaz, eylem yapılacaksa istenen yerde, istenen şekilde yapılacak. Merkezi otoriteye danışılarak yapılan eylem, bir protesto mahiyeti taşıyabilir mi zaten? Yapılması gereken bir diğer şey de şu: şiddet olayı olmadığı müddetçe polisin bu tarz toplantılara herhangi bir şekilde müdahale etme yetkisini ortadan kaldırmak. Üçüncüsü de, seçim vaadiniz, ihaleler, anlaşmalar vesaireler ne olursa olsun, bir bölgede-hele ki taksim meydanı gibi bir yerden bahsediyorsak-yapılacak her türlü değişiklik, o bölgede yaşayanların rızası olmadan yapılmamalı. Bu bağlamda temsilci meclisi mi oluşturulur, mini referandumlara mı gidilir orasını bilemem. Daha geniş bir çerçevede ise, bireysel haklar konusunda verilmesi gereken bir sınav var, gerek bu hükümetin, gerekse bundan sonra gelecek bütün hükümetlerin, o da şudur: hangi değerlerle, inanç sistemiyle, etnik kimlikle yaşayacağım yalnızca beni bağlar. Alkol tüketiminden çocuk doğurmaya, kürtajdan din ve dil eğitimine, cinsel tercihten askerlik hizmeti yapmaya, bireyin temel kimliğini ve değerlerini ilgilendiren hususlarda devletin müdahale hakkı yoktur-tam tersine, devlet bu farklı kimlik ve değerlerin yaşatılmasından ve korunmasından birinci derecede sorumludur.

Bu hükümet bu adımları atar mı, bilmiyorum, sanmıyorum. Birkaç gündür yapılan açıklamalar, özellikle Erdoğan'ın açıklamaları bu adımların tam tersi yönde. Hükümetin diğer temsilcilerinden gelen açıklamalarsa sade suya tirit kıvamından öteye gidememekte. Bu ters adımların her biri Gezi Parkı direnişinin önemini ve meşruiyetini bir kat daha arttırmakta, şüphesiz. Ve doğru yönde adımlar atılana kadar sanırım biz artık eskisi gibi olmayacağız-ya da olmamalıyız.

Şimdi gelelim biz eylemcilerin yanlışlarına. Bir kere, gerek sosyal medyada olsun, gerekse gezi parkının içinde olsun, eski siyaset yapma alışkanlıklarının sürdüğünü görüyorum ve muazzam üzülüyorum. Karşımızda çok yeni bir direniş biçimi, çok yeni bir örgütlenme şansı varken o eski küçük gören, düşmanlaştıran, anlamaya çalışmayan siyaset dilini-bu bir bakıma hükümetin ve Erdoğan'ın da kullanmakta olduğu dildir- tekrar ediyor olmak biraz utanç verici doğrusu. En başta "Türk önde Türk ileri" lafının geçtiği bir marşı kullanmak, Türk bayrağı ya da üzerine kalpaklı Atatürk fotorafı monte edilmiş bayrak taşımak bence bu eylemin ruhuna ve hedefine aykırı. Bu eylemin başlama sebebi ya da bağlı olacağı ideoloji kemalizm olamaz, olmamalı. Tabii burada yasaklansın, gelmesinler, kovalım falan demiyorum. Ancak artık farkına varsınlar ki eski ezberlerle yeni siyaset yapmak mümkün değildir. Burada trajik olan, toplumun büyük bir kesiminin yeni siyasi söylem üretmektense eskiye sarılmayı tercih etmesi. Bunun sebebi de malesef yeni bir siyaset yapma tarzının bu topluma hiç"öğretilmemiş" olması. Nasıl öğretilebilirdi? Bunun cevabı da zor, ancak muhalefet partilerinden başlanabilir sanırım. Eğitim-öğretim müfredatından da başlanabilir. Dünyadaki diğer örgütlenme-siyaset yapma biçimleri örnek alınabilir. İnsanlar kendileri için düşünmeyi öğrenseler yine de marşlara, bayraklara, idollere ihtiyaç duyarlar mıydı? Burada aslında eleştirdiğim kemalist düsturun bir benzerini de ben yapıyor gibiyim, sonuçta benim önerim de "eğitim şart" noktasına geliyor. Ancak bu eğitime pozitif bir içerik sağlamaktansa, insanların kendi kimlik ve değerlerini kendi ürettikleri özgün politik söylemlerle ortaya koyma olanağının sunulmasından bahsediyorum. Yani "insanlar şöyle düşünmeli" demektense "insanlar doğru düzgün düşünmeyi öğrenmeli" demek istiyorum. Neyse bu çok uzun ve ayrıntılı bir tartışma, o yüzden atlıyorum.

Şimdi denecek ki, orada Öcalan posteri de var, Hrant Dink sokağı da var, Bolşevikler bile var..Kemalizm neden olmasın? Sanırım burada bir "kapsam" sorunu mevcut. Kemalizm bizzat devletin şeklini ve kuruluş ruhunu yansıtan, onu sahiplenen, ve ona geri dönmeyi hedefleyen bir ideoloji. Yani "kapsamak" istiyor, kapsayamadığını da dışarıda bırakmak istiyor. "Makarna-kömür" muhabbetinin yavaş yavaş yeniden ortaya konulduğunu görüyoruz örneğin-bu çok tipik bir kemalist refleks. Bu anlayışa göre "cahil" halkın kendi ideolojik belirlenimleri doğrultusunda siyasi tercih yapma yetisi yoktur-onlar "aydınlanmamış"lardır, makarna ve kömürle kandırılmışlardır. Onları yeniden seküler bir biçimde eğitmek ve mustafa kemal'in askerleri yapmak gerekecektir. Tabii AKP'ye oy veren zengin kesimin makarna ve kömürle nasıl kandırıldığını anlamak biraz zor olabilir. Olsun, onların da elbette bir "çıkarı" vardır, rant peşindedirler. Sanki diğer siyasetler "çıkar" üzerinden yapılmamaktadır da, onur için, şeref için falan yapılmaktadır, en azından Kemalizmin iddiası bu yöndedir. Oysa Kürtler veya Ermeniler böyle bir kapsama girişiminde değiller, onlar yıllardır "tanınmak" istiyorlar, seslerini duyurmak, kemalist devlet tarafından daha kuruluş aşamasında ellerinden haklarını savunmak istiyorlar. O yüzden bu kesimlerin gezi parkında "ortaya çıkması" ve seslerini duyurması oldukça mühimdir. Bana öyle geliyor ki bu gruplar için AKP seçmeni koyun değil, sadece rakip. Ve onlara yaşam hakkı tanındığı müddetçe AKP seçmeniyle de bir sorunları olmayacaktır. Kemalizm bu "kapsayıcılık" ve küçük görme reflekslerinden kurtulabilir mi? Zannetmiyorum, yapısal olarak imkansız geliyor.

Gezi Parkının kazanımı ortadadır. Geriye kalan sorun, AKP seçmeniyle nasıl konuşulacağı sorunudur, çünkü onları ikna etmeden bu ülkede köklü bir değişikliğe gitmenin yolu bence pek yok. Onlarla konuşmak ise "siz koyunsunuz" demekle olmayacak. Kendi siyasi tercihlerimiz ne kadar samimiyse, onların siyasi tercihlerinin de o kadar samimi olduğunu varsaymak durumundayız. Bu, diyalog kurmak için asgari bir beklentidir bana kalırsa. Bu diyaloğu kurmaya AKP seçmeni ne derece yatkın? O da oldukça şüpheli elbette-özellikle eylemin ilk günlerindeki tavır ya görmezden gelme, ya "dış mihrak" arayışı ya da "çapulcu-ayyaş" gibi dışlayıcı söylemlerle geçti. Ancak bu eylem gösterdi ki ütopik olana çok uzak değiliz. Ve eminim ki gerek eylemciler arasında, gerekse AKP seçmeni arasında bu diyaloğu kurmak isteyenler vardır.

Değinmediğim bir nokta olduğunun farkındayım, o da Gezi Parkı dışında kalan eylemler, yani Ankara, İzmir, Adana, Hatay ve daha bir sürü yerdeki eylemler. Bundan bahsetmememin sebebi oralardaki eylemlere katılmamış olmam ve dolayısıyla oradaki eylemci profilini ve olayların nasıl patlak verdiğini Gezi Parkı kadar iyi bilmiyor olmam. Yine de iki ihtimal var gibi: Ya eylemcilerin bir "saldırısı" söz konusu-ki çoğu AKP yanlısı bunu iddia etmekte-ya da barışçıl bir biçimde toplanan kalabalığa polisin bir kez daha orantısız güç kullanımı söz konusu. Eh, hangi ihtimalin daha kuvvetli olduğunu tartışmak muhtemelen yersiz, ikincisinin birinci yanında çok daha güçlü olduğunu şu son hafta içindeki tecrübeden bilebiliriz. Ancak çatışmaların devamında sanırım diğer illerde, gezi parkındaki gibi bir "yerelleşme" ve "yerleşme" hareketinin başarılamamış olmasının katkısı var.

Şimdilik burada bitireyim. Temennim odur ki diğer illerde de Gezi Parkının "şubeleri" kurulsun, kurtarılmış bölgeler gibi, ve bu yenilik ve değişim rüzgarı-toplumun devletle ve hükümetle hesaplaşmasının, taleplerini doğrudan iletmesinin yolları-ülkenin her tarafına yayılsın. Bu hükümet de ya bu taleplere kem küm etmeden cevap versin, ya da yerini cevap verebilecek bir hükümete bıraksın.


Umut

4 Haziran 2013 Salı

Gezi Parkı Direnişi ve BBC Yayını


Taksim Meydanı'nda barikatlerden yapılan "Serbest Kürsü"

 
Son günlerde Türkiye’deki ana akım medyanın sorumsuzluğundan yakınıyoruz ancak BBC gibi önemli yabancı medya kuruluşlarının Gezi Parkı direnişi üzerine yayınladığı haberler de maalesef eylemin gerçek ruhunu yansıtmakta güçlük çekiyor. Ben de bu bağlamda dün gece (03.06.2013) dikkatle izlediğim BBC haberlerini takiben aklıma takılan bir kaç düşünceyi kısaca paylaşmak istedim. Gezi Parkı mücadelesinin amaçlarını Erdoğan’a anlatamadığımız gibi direnişin uluslararası playformda da benzer bir biçimde dağınık ve anlaşılması güç olduğunu düşünüyorum. Bana göre bu durumun asıl sebebi aşağıda daha detaylı anlatacağım gibi AKP’nin sürekli tazelediği “laf salatası” retoriği. Burada kastettiğim çok söz söyleyip çok sayıda kelime dile getirmeye rağmen aslında hiçbir fikir beyan etmemek, dolayısıyla çocuk kandırmak, diyalog kurmak yerine konuşmacıları oyalamak, bilindik şeyleri yersizce tekrarlamak. Öte yandan direnişte boy gösteren kimselerin kendilerini temsil edecek iyi bir konuşmacının olmaması, konuşanların da durumu heyecandan kısa ve öz bir biçimde aktaramaması söz konusu. Haber yayınlarında hep sona kalan ve fikirlerini açıkça beyan edebilen akademisyenlerin konuşmalarına zaman kalmaması ise apayrı bir konu.
Öncelikle BBC’nin ana haber bülteninden bahsedeceğim. Oldukça kısa geçilen haber bana göre neredeyse tek taraflıydı. Erdoğan’ın “laf salatası” açıklamasını takiben Taksim meydanından bir muhabir görüntüler eşliğinde konuştu. Gezi Parkı’nı temizleyen, polise direnen görüntülerden ziyade vandalizm odaklı görüntüler vardı. Polisin barışçıl eylemlere saldırmasından çok agresif davranan öfkeli kalabalıklar ön plandaydı. Dolayısıyla izleyiciler için çok farklı bir çerveve kondu.
Diğer bir mesele de ‘revolution’ kelimesinin iki farklı haberde tekrar etmesi. Bu noktada Türkçe karşılığı devrim olan bu kelimeyi İngilizce aslıyla yazmamın önemli bir sebebi var. Bizim gibi anası babası İstanbul’da, Ankara’da polis şiddetine maruz kalmış bir jenerasyonun ‘devrim’ düşüncesiyle daha geçen sene isyan ve yağmayla çalkalanan bir İngiltere’nin ‘revolution’ düşüncesi arasında dağlar kadar fark olduğunu düşünüyorum. TKP üyesi bir gençin “Of course I am a revolutionary” demesinden sonra “We are here for revolution” diyen bir protestocu tahminimce yabancı izleyiciler tarafından beklenildiği gibi karşılanmayacak. Vandalizm odaklı görüntüler eşliğinde böyle haberler takdir edersiniz ki bambaşka bir hal oluyor. Azıcık gerçekçi düşündüğümüzde hakiki bir devrimden oldukça uzak olduğumuzu düşünüyorum. Kırılma noktasındayız, o kesin, ancak devrim yerine daha pasif ve ideolojiden uzak eylem, protesto, direniş gibi kelimelere odaklanmalıyız. İsyan ediyoruz ama bunun barışçıl bir direniş olduğunu her daim nitelememiz gerek, özellikle yabancı medya muhabirlerine.
BBC yayını ayrıca Newsnight isimli programında bu olaylardan bahsetti. Programın sunucusu Jeremy Paxman sorularını doğrudan, olabildiğince açık ve bazen sert bir şekilde sorabilen, cevapları da aynı şekilde bekleyen bir gazeteci. İlk konuk İstanbul’dan haber yapan BBC Ekonomi Editörü Paul Mason belki de konuya hakkını verek tek kişiydi. Haberin birebier aynısı olmasa da İngilizce’sini buradan, Türkçe’sini de buradan okuyabilirsiniz. İkinci konuk AKP’den Mevlüt Çavuşoğlu, sorulan sorulara cevap vererek değil, sorulardaki yanlışlıkları düzelterek başladı. Erdoğan’dan iyi bildiğimiz retorik bir strateji bu. Sorulardan memnun değilseniz ya da verecek iyi bir cevabınız yoksa en iyisi sorunun getirdiği hataları ortaya çıkartmaktır. Paxman’ın özür dilemesi üzerine de soruyu dikkate almayıp kendi bildiklerini okudu. Bunları yaparken de robot gibi ezberlenmiş bir takım cümleler tekrarlandı. Bu noktada AKP’li konuşmacının biraz sonra konuşacak olan protestocuyla arasında çok ama çok önemli bir fark var. Çavuşoğlu ödevini yapmış: kendisine yöneltilecek soruları önceden bildiği gibi onlara verecek cevapları da hazır. Keza verdiği cevaplar daha önce CNN’de verdiği cevaplarla kelimesi kelimesine aynı (dileyenler iki farklı röportajın görüntülerini bulup karşılaştırabilirler). İki açıklamada da konuyla doğrudan bir bağlantı yerine yalanlama ve inkar eden Çavuşoğlunun “laf salatası” stratejisi temelde şöyle: Gezi Parkına AVM yapma planı yok, ağaçların kesilmiyor taşınıyor, polis artık orantısız güç kullanmıyor, Erdoğan demokratik bir şekilde seçilmiş bir başbakan...
Söylenenler tanıdık geliyor değil mi? Çünkü bizi uyutmak için devamlı tekrar edilen basmakalıp sözler. Yazının başında bahsettiğim “laf salatası” stratejisi bu, bizimle konuşulmuyor, bize konuşuluyor, suç atılıyor, söylediklerimiz inkar ediliyor, gerçekler çarpıtılıyor. Ancak söylenenlerin hepsi kolayca cevap verilicek konular. Örnek olarak alkol meselesini ele alalım. Çavuşoğlu şuna yakın birşey söylüyor: “Alkol yasağı diye birşey yok, kısıtlamalar var. Uluslararası standartları getirmeye çalışıyoruz.” Düpedüz saçmalık ve harika bir “laf salatası” örneği.  Söylenen her cümle üzerinde biraz daha düşünürsek söylemek istediğim retorik strateji daha açıkça anlaşılacak.  İnceleyelim.
“İngiltere’de bile publar 10-11 gibi kapanır.” (Çavuşoğlu BBC’de söylemişti) Ne münasebet! Türkiye’de çay bahçesi neyse İngiltere’de pub odur; eğlence mekanı olmasının yanında sosyalleşme yeridir, her sokakta bulunur. Bu sebeple bazıları gürültü yaratmamak amacıyla erken kapanabilir. Ancak sokaktaki pub kapandı diye o saatten sonra ülke genelinde alkol tüketimi yasaklanmaz. İçki içmek isteyen gece kulübüne gider, illaki açık bir bar vardır ya da açık bir dükkandan alır sokakta içer. Üstelik İngiltere’de tren, otobüs ve metro gibi toplu taşıma araçlarında isteyen içkisini yudumlar, taşkınlık çıkmadığı sürece de kimse birşey demez.
Reklam konusu. İskoç’ların “single malt” viskisi, İngiliz’lerin de “ale” birası meşhurdur. Dünyaya duyurmak isterler. Markaların reklamları her televizyon kanalında, sinemada, gazetede görülür. Eğlence mekanlarına sponsor olurlar. Müzik dinlenirken içki içilir, içki içerken müzik dinlenir. AKP ikisinden de anlamadığı gibi anlayanı da rahatsız etmektedir.
Okul etrafında içmek. Çalıştığım üniversitede alkol tüketme yaşı vardır ancak üniversite içinde öğrenciler tarafından yönetilen bir dükkanda sayısız bira ve şarap satılır. Tekrarlıyorum, öğrenciler tarafından yönetiliyor. Her satılana da 18 yaş üzeri olmasınden emin olmak için yaşı sorulur. Saat kısıtlaması da bildiğim kadarıyla yoktur.
Görüldüğü gibi AKP’nin kullandığı “laf salatası” retoriğini çocuk kandırmaya eşdeğer bir söylem yolu. Araya serpiştirilen abuk subuk açıklamaların da bulunduğu, bizi asıl meseleden uzaklaştıran bir retorik. Bu yüzden konuya geri dönüyorum.
Çavuşoğlu’nun uyguladığı “laf salatası” taktiği Paxman’ın sorularını hafifletti ancak gerekli cevaplar protestocular tarafından Paxman’a veril(e)medi. Çünkü sonrasında konuşan protestocunun konuşması açık değildi, basit değildi ve gerçekleri ortaya çıkarmakta güçlük çekti. Heyecandan basit sorular anlaşılmadı, soru anlaşılınca başka konularda konuşuldu. Erdoğan’ın tutumunu anlatmak için “discourse,” “mentality” gibi içi boş akademik kelimeler kullanıldı. Yerine basit, halkın kelimeleriyle cevap vermek gerekiyordu. Aksan sorunları yaşandı, cümleler yerine “aaa,” “uuu” gibi parasitik sesler mikrofonu boğdu.
Diğer bir konu da AKP’linin hazırlıklı, direnişçinin ise pek hazırlıklı olmamamasıydı. Bu tip röportajlarda zaman kısıtlıdır, sorulacak soru bellidir. En basiti “Siz kimsiniz?” en bekleneni de “Amacınız ne? Bu eylemden ne bekliyorsunuz?”dur. Bunların cevaplarını olayları uzaktan takip eden bana vermek düşmez, ama madem başladık kısaca konu başlıkları geçelim.
Polis Şiddeti. Gezi Parkı olaylarının nasıl başladığını her daim hatırlatalım. Sabah 5’de barışçıl olarak gerçekleşen bir eylem üstüne göz yaşartıcı bomba atılması, çadırların yakılması, orantısız güç, dövülenler, yaralananlar… Sosyal medya delilleri oluşturmaktadır, açıkça belirtmeliyiz. Emniyet müdürünn, valinin, içişleri bakanının istifasını bekliyoruz.
Marjinallik. Bu çok yazıldı, çok tartışıldı, çok da dalga geçtik. Bence işimize yarayan birşey söylendi. Sosyal medyadan anladığım kadarıyla eylemde bulunan TKP, LGBT, Devrimci Müslümanlar gibi ‘marjinal gruplar’ mevcut. (Bu grupları kesinlikle ötekileştirmek için değil, sayıları göreceli olarak az olduğu için yazıyorum.) Ancak Gezi Parkı direnişinin en önemli tarafı marjinal görünen grupların Atatürk’çü teyze, esnaf amca, futbol taraftarı genç ve çevreci liberalle beraber olup tek bir paydada birleşmesi. Birlik ve beraberliği güç olarak algılamalı, siz kimsiniz sorusuna böyle cevap vermeliyiz.
İdeoloji. Partiye mensup değiliz, peki ya ideolojimiz? Özgürlükten yana olmak, baskıcı rejimlere karşı olmak da bir ideolojidir. Çekinmeden söylemeliyiz.
İfade Özgürlüğü. Türkiye bundan önce de gazeteciler için bir cehennemdi. Biliyorduk, pek takmıyordur. Midnight Express filmi bize sorulduğunda “Artık öyle değil” diyip geçiştiriyorduk. Artık işin ciddiyetinin farkındayız. Tarafsız bir medya istiyoruz, gazeteciler hapsolsun istemiyoruz. Toplumda örnek olabilecek kimselerin taşlanmadan, vurulmadan, yargılanmadan konuşabilmesini istiyoruz.
Demokrasi. Türkiye’nin %52’si AKP’ye oy vermişse %48’i de oy vermemiş demek değil midir? Madem ısrarla demokrasi konuşulurken rakam veriliyor, hatırlatalım, Türkiye seçimlerinde %10 barajı diye birşey vardır ve elin İngiliz’i bundan haberdar olmayabilir. Türkiye demokrasisinde halkın %10’u senelerce dil, din, ırk ve diğer sebeplerle yok sayıldı, hala da yok sayılıyor. Demokraside böyle şey olmaz, varsa demokrasi değildir.
Faşizan Tutum. Bundan kastım son zamanlarda kamuoyu tepkisine rağmen ısrarla gerçekleştirilen toplumsal projeler ve Erdoğan’ın suni gündem yaratırken bile vazgeçmediği kaba ve aşağılayıcı açıklamalar. Avrupa’da bize boşuna barbar demiyorlar. Seçilen ve bizi temsil etmesi gereken bir başbakanın kullandığı üslup düpedüz edepsizlik. Bizi yatıştırmak yerine iyice köpürtüyor. Öte yandan Gezi Parkı direnişinin 10 tane ağaç hakkında olmadığını tekrarlıyoruz, peki nedir? Son seçimlerden bu yana elimizde sayısız koz bulunuyor: Uludere katliamı, Reyhanlı terörü, üçüncü köprü yapımı, üçüncü havaalanı projesi, nükleer enerji santrali, Emek sineması, alkol kısıtlamaları, kürtaj meselesi, tutuklanan gazeteciler ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü diğer skandal. Gezi Parkı direnişi böyle bir tarihsel sürecin son damlasını oluşturuyor.

Newsnight programının üçüncü konuğu London School of Economics’de öğretim görevlisi Dr. Ayça Çubukçu’ydu. Güzel konuştu, ancak zaman çok kısıtlıydı. Paxman’ın tekrarladığı soru Türkiye’nin demokrasi olması ve neden bu protestoların sandıkta gerçekleşmemesiydi. Çubukçu buna cevap olarak Gezi Parkı direnişinin demokrasiye kavramına has bir sorunu ortaya çıkarmasından bahsetti, çoğunluğun zorbalığından, %50 seçimle iktidara gelmiş bir partinin böyle bir gücü nasıl kullanabileceğinden bahsetti. Kapatırken de benim ilgimi çeken birşey söyledi: Gezi Parkı direnişi doğrudan demokrasi deneylerinin yapıldığı bir mücadele. Bu noktada kendisine katılıyorum, bu deneyleri daha sık yapmalı ve sonuçlarını incelemeliyiz.
Daha önce belirttiğim gibi Cumhuriyet tarihinde ilk defa birbirinden bu kadar farklı gruplar bir araya geldi. Gezi Parkı direnişi çok-sesli, çok-dinli, çok-dilli, çok-cinsiyetli, çok-ırklı, çok-taraftarlı bir mücadele. Hal böyleyken birbirimizi dinlemeli ve anlamaya çaba sarfetmeliyiz. Gezi Parkı temizlendiğinde ortada konuşma kürsüsü kuruldu gibi bir fotoğraf dolaşıyordu, sonra bir daha ortaya çıkmadı. Bu tip mekanizmalarla gruplar arasındaki diyalog güçlenmeli. Bu direniş kendini tanımlamakta güçlük çekiyor olabilir, çoğunlukla ne olduğumuzu söylemek için ne olmadığımızı ifade etmemiz gerekiyor da olabilir.  Belli ki temel konularda hemfikiriz ve yüzbinlerce insan kaç gündür sokaklarda bu yüzden buluşuyor. Geriye kalan ayrılıkları kültürel zenginlik olarak görmemiz gerekiyor.

Her yer Taksim
Her yer Direniş

~ Emre Çağlayan