23 Ocak 2013 Çarşamba

Ateş Fışkırırken: Erotik Üzerine Düşünceler (i)



Nedir erotik olan? Bu sorunun yarattığı çağrışımlar ve okurun zihninde canlanan anılar mevzu bahis kavramın ne kadar öznel olduğunu göstermesi bakımından önemli. Bu gerçekten yola çıkarak itiraf etmeliyim ki bu yazı sıradan ve günlük bir kavramla gerçekleştirdiğimiz metinsel münasabetten daha müstehcen, yani daha kişisel ve otobiyografik bir niteliğe sahip olacaktır. Benzer şekilde not düşülmelidir ki bu yazı Freudcu bir zaviyeyle değerlendirildiğinde sapkın (pervert) bir yazıdır. İhtiva ettiği fikirler cinselliğin salt bir eylem olarak normal, sıradan ve biteviye işleyişine çomak sokmak istemektedir. Erotizm üzerine yazılan her metin gerçeklik ilkesine (reality principle) göndermede bulunduğu sürece sapkındır aslında. Öyle ki devlet eliyle dağıtılmış bir broşürün ihtiva ettiği cinsel stratejiler ve taktikalar, en “sert” ve “müstehcen” görselleri barındıran pornografik bir foto-romandan/filmden farklı değildir. İlki cinselliği ideolojik altyapısı (ki çoğunlukla topluma dayatılan sınırların pedagojik/grafik bir tezahürüdür bu) uyarınca iletirken, ikincisi ya sınırların “ötesini” gösteriyormuş gibi yapar ya da mezkur sınırlarla gerçeklik ilkesine (reality principle) uygun düştüğü derecede oynama seçeneğinde karar kılar. Lakin her ikisi de somut bir eylem içinde ortaya çıkan “erotik olanı” imlemesinden ötürü belirleyici konumdadır.  Yoksa metinsel bir okuma ışığında şunu mu söylemeliyiz: Pornografi ya da devlet pedagojisi – her ikisi de bu yazının işlevsel “sapkınlığı”nı aynı derecede taşımakta mıdır? Erotik olanın, sözel veya görsel bir aracıyla tanımlandığında kendinden taşıdığı değerin üzerinin çizildiği mi ortaya çıkmaktadır= erotik? Pekala erotik olanın kendinden taşıdığı değer nedir? “Erotik” var mıdır?

20. Yüzyıl’ın belki de en “başarılı” seri katillerinden biri olan Ted Bundy idamından bir gün önce gerçekleşen röportajında işlediği suçlara zemin hazırlaması ve suça yatkın doğasına kendini ifade edebileceği bir kanal sunmuş olması iddiasıyla pornografiyi suçlar. Röportajını yapan kişi Bundy’den işlediği suçları ve suçları işlerken hissettiklerini detaylı bir şekilde anlatmasını istediğinde aynı Ted Bundy başını önüne eğer ve işlediği suçların farkında olduğunu ima eden o eşsiz vücut diliyle, gerçekleşen cinayetlerin “karmaşıklığından”, tam olarak “izah edilemeyecek” mahiyetinden dem vurarak bizi yanıtsız bırakır (ii). Bu duraksama ve benzer şekilde ifade olanaklarının yetersizliğine delalet eden sessizlik, bize Ted Bundy’nin nihayetinde bizlerden farksız olduğuna işaret etmiyor mu? Nitekim Bundy’nin başından geçenleri anlatamaması, işlediği suçlara müteakip ortaya çıkan vicdan azabından ziyade o suçlara kemikleşmiş halde bulunan hazların ve fantezilerin kelimelerle tam olarak ifade edilemeyeceği gerçeğini açığa çıkarmaktadır. Bir gösteren (signifier) olarak kelimelerin yetersiz kalması, gösterilene (signified) tam olarak tekabül edememesi, bize ilk bakışta erotik olanın her surette dilin olanakları çerçevesinde sınırlanmış olduğunu ve erotik olanın saf haliyle anlamlandırılmasının (signification) semiyotik ve semantik düzlemde imkansız olduğunu gösteriyor.

Ted Bundy’i burada zikrederek işlediği cinayetlere felsefi bir derinlik katma arzusu içinde değiliz. Aksine; nitekim bu çözümleme yoluyla Bundy ve benzerlerinin bizlerle olan derin benzerliklerini ifşa ediyor, kültür endüstrisinin kendilerine atfettiği mistik auranın banal parıltısını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Belirtilmelidir ki günümüzde görsel ve yazılı medyanın ekseriyetle faydalandığı seri katiller, işledikleri cinayetlerin bir gösteriye (spectacle) dönüştürülmesi, ve eklemlendirildikleri ilkel asil (le bon sauvage) motifi ışığında anti-kahramanlar olarak resmedilmektedirler. Aynı şekilde unutulmamalıdır ki içinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik sistem, kahramanların ortaya çıkmasına müsaade ettiği derecede anti-kahramanlara yer verebilir – bu yüzdendir ki anti-kahraman kavramı nihayetinde bir aldatmacadan ibarettir.

Kabul ediyorum ki konusu erotizm olması gereken bu yazı, şu ana dek seri-katillerle içli dışlı olmayı seçmiştir. Erotik olanı toplumun sınırına sürülmüş seri katiller ışığında analiz etmemiz, yazımıza zemin oluşturan konunun sınırlarına dayandığımız izlenimini verebilir. Aslında tam da bu ölümle iç içe geçmiş girift yapıyı (müsaade ederseniz: thanato-erotic unsurları) analiz etmemiz vasıtasıyla erotiğin sanatla olan ilişkisine başlayabiliriz diye düşünüyorum. Öyle ki erotizmi şiddetle içe içe resmeden veyahut birini diğerine indirgeyerek her ikisinin kaynağını ilkel bir insan doğasında bulan biyolojist yaklaşımlar bize bir nedensellik ilkesinin varlığından söz etmektedir. Bu yolla belirli bir tözün gerçekliği varsayılmakta, şiddet ile erotiğin göbek bağı bu dürtüsel-içtepisel (instinctual) zeminde birbirine bağlanmaktadır. Öne sürmemiz gereken, önceden belirttiğimiz erotik ve erotik ayrımını gözeterek, hangi yollarla erotik olanın kısıtlanmışlığının, üstü çizili doğasının farkına varabileceğimizdir.

Müstehcen kanaatimi dile getirmem gerekirse erotik olanın aslında erotik olduğunu fark ettiğimiz an cinselliği soluk renkli biteviye işleyişinden, adab-ı muaşaret ilkeleriyle sınırlandırılmış özelliğinden kurtarmakta; ancak bu yolla organik ya da inorganik bedenler/hayaller üzerinde bir oyunun olasılığını, arzunun ve zevkin tahripkâr yönelimini sezinlemekteyiz. Teknik bir dilde ifade etmemiz gerekirse erotik, dilin sansürlendiği bir coğrafyanın izlerini taşırken; erotik, cinselliğin sınırlarıyla kişisel bir hesaplaşma noktasında kendini belli eder. Dilseldir. Bir diğer deyişle erotizm, erotik olanın kısıtlayıcı doğasının fark edildiği ana içredir;  “normal” işleyişin sekteye uğratıldığı an ideolojinin küllerinden doğmaktadır.

XVIII. yüzyılda yaşamış, devrim niteliği taşıyan mimari taslaklarıyla Fransa’nın içtimai dönüşümüne bir nevi ayna tutmuş olan Jean Jacques Lecleu’nün bir o kadar devrimci nitelikteki sanatsal çalışmaları ne gariptir ki arka planda kalmış, unutulmaya terk edilmiştir. Aşağıda gördüğümüz çalışma mevzu bahis erotik-erotik olarak belirttiğimiz farklılaşmayı yansıtması bakımından önemlidir. Lecleu’nun resmettiği rahibe sadece üzerindeki üniformadan kendisini kurtarmamaktadır; kendisini kurtardığı üniforma aynı zamanda bu resmi inceleyenin boynuna bir hançer dayamaktadır. Bu hançer, 18. Yüzyıl Fransız filozoflarının (Voltaire’in ya da Diderot’nun) yorumlamalarına, dogmatik zincirlerin kırılmasıyla erişilebileceği öne sürülen, “insanca” bir erotik tasavvurunun olasılığına zemin hazırlayan akılcı saflığa karşı çekilmiştir aslında. Lecleu, Voltaire ve çağdaşlarının aksine kadın bedeninin üzerinden dökülen her aksesuranın bir silah olduğunu fark edebilecek kadar post-moderndir. Kadın, soyunabildiği derecede erotiktir. Böylesine müphem açılımlara gebe olduğunu düşündüğüm soyunma motifinin Lecleu’nün tartıştığımız resmine verdiği başlıktan anlayabileceğimizi düşünüyorum:  Et nous aussi nous serons meres; car…! (Ve biz de anne (rahibe) olacağız, çünkü …!)

Lecleu’nün bu görsel polemiğinin bir benzerini Goethe’den seçtiğim iki dörtlükte yakalayabileceğimizi düşünüyorum. Bu analizden önce belirtmeliyim ki Goethe (Göte ya da Göthe) dilimizin kendine has haşarılığından epeyce muzdarip bir düşünür olarak gözükmekte (Kişisel bir not: Goethe’yi telaffuz ederken yanakları kızaran fikir mübadelecisinin ekseriyetle salt bu telaffuz dolayısıyla yanaklarının kızardığını düşünmekteyim. Öyle ki ülkemizde Goethe ya Almanca dil enstitülerinin titular bir melankolisi ya da saygınlığı tartışma konusu olamayacak kadar değerli – yani bilinmeyen, araştırılmamış – bir polymath olarak resmedilmiştir). Goethe’nin yıkıcı şiirleririnin zevklerimize sunulmamasının bir diğer nedeni Nietzsche’nin üzerinde sıklıkla durduğu, Batı felsefesine geri dönülemeyecek şekilde sirayet etmiş ascetic (münvezi) bir ruhtan kaynaklanıyor olabilir. Münzevi bakış açısı düşünürün veya filozofun sadece be sadece doğru/gerçek istenciyle koşullanmasını ve bu misyon ışığında dünyevi zevklerden el etek çekmesi şartını ortaya koyar. Goethe’nin bu münzevi ibrikten damıtılması sonucunda elimizde kalan ise Aydınlanma felsefesine yön veren edebi ve felsefi kişiliği ve Genç Werther’in Aydınlanma’dan “geriye kalan” acılarıdır.

Venezianischen Epigrammen (Venedik Epigramları’ndan) #28

“Bize Efendimizin parçalarını göster! Bize Tanrımızın emanetlerini göster!”
İşte böyle bağırdı bahtı kara bir kız
Gözlerindeki delilik perdesinden

Kutsal Perşembe’nin akşam üstüydü vakit
(Yaşlı şarlatana göre) bir rahip Aziz Mark’ta
Açıyordu İsa’nın yadigârlarını temaşaya.

Ey zavallı kız! Neden ağlarsın
Çarmıha gerilen Tanrı için?
Priapos için ağla!
İşte o tanrının takımları ilacındır senin!

Das Tagebuch (Günlük’ten) #17

. . . İtiraf etmeliyim ki nihayetinde evlenirken
O altar ve rahibin önünde,
Kan içindeki perişan çarmıhı görünce, domine Christe!
Tanrı beni affetsin! Oynaşmaya başladı benimki yine! (iii)


Goethe’nin kaleme aldığı bu şiirler yazıldığı tarihlerde yarattığı sarsıcı etkiden yoksun gözüküyor. Lakin bunun nedenini şiirin kendi içindeki edebi gücünü kaybetmesinde değil içinde bulunduğumuz kültürün bu kıtaları kavramakta yaşadığı güçlükte aramalıyız. Unutulmamalıdır ki Goethe’nin mevzu bahis şiirleri kaleme aldığı çağ, sanatın, dinin ve dogmanın boyunduruğundan çıkmak için debelendiği bir döneme rast gelir. Bugünün “erotik” şiirleri böylesine bir fikirsel çatışmadan yoksun, aslında tamamen sekülerleşmiş bir edebiyat divanında, kültürel bir hürriyet ortamında sergilenmektedir. Goethe’nin “erotik” şiirleri bu bakımdan çelişkilere içre, diyalektik bir düşün dünyasının nadide meyveleri olarak ortaya çıkıyor: Bir başka deyişle, erotik olanı bu iki kutuplu kültürü birbirine çarpıştırarak, birbirleriyle ilişkiye sokarak canlandırabiliyor.

Priapos
Kanaatimce Lecleu’nun “çünkü . . .” kelimesiyle muallakta bıraktığı halet-i ruhiye Goethe’nin şiirlerinde taviz vermediği eleştirel üslubunda ve alaycı derinliğinde yankı bulmaktadır. Bir anti-kahraman olarak resmedilen Ted Bundy, sığ demagojisiyle ve akıl almaz korkaklığıyla pornografiyi suçlarken normatif bir diskura sözcülük yapmaktan kendini kurtaramaz. Eğer pornografi Bundy’nin öne sürdüğü gibi suça teşvik ediyor ve “doğru” yoldan saptırıyorsa bu “normal” olanın  mantıksal açıdan varlığının tasdiklenmesine ve olumlanmasına tekabül etmez mi? Gerçekten de Bundy, idam edilmeden önceki son röportajında özgürleştirici ve yaratıcı bir erotizmden ziyade çocuk yaşlarından itibaren uzlaşamadığı, kendine içinde yer bulamadığı “erotik” ekonomiyi biraz özlemle biraz kırgınlıkla ve en çok da suçlulukla yad etmektedir.

Bir yanda Lecleu’nın “çünkü . . .” (car . . .) olarak askıya aldığı,  ölüm ile cinselliğin birbirine karıştığı la petite mort motifi; bir diğer yanda Goethe’nin taviz vermeyen bir edayla dinin kendine has dinamiğinde erotizmin zincire vurulamayan tezahürünü araması. . . Altı çizilmelidir ki hem Lecleu hem Goethe kendilerini normal-patolojik dikotomisini baz alan bir anlatımdan bilinçli bir şekilde uzak tutmakta, her ikisi de erotik olanı muğlak bir zevkin karmaşık yapısında veyahut ölümün koşullandırdığı bir halet-i ruhiyede aramaktadır. Bu “aradıklarının” bulunabilecek olmasına dair zımni bir kanaate işaret etmez. Aksine zihnin iradesine ve hayal gücünün esnekliğine mütemadiyen direniş gösterdiğini kabul ettikleri erotik olanın, tasnif ve taksim edilemeyecek niteliği dolayısıyla sanata zorunlu dönüşümünü kutlar. Bu incelediğimiz eserler, erotik olanın hiçbir zaman temellük edilemeyecek olmasını kutlayan, ve bu niteliği taşıyan her türlü muallakta kalmış olana ithaf edilmiş övgülerdir.


i) Bu başlık, John Zorn’un 24 saniyelik Igneous Ejaculation adlı şarkısından esinlenmiştir. http://www.youtube.com/watch?v=QEYbvRYAx90
ii) Ted Bundy son ropörtajını bu linkte bulabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=BosITwqt55U

iii) Vor deinem Jammerkreuz, blutrüngster Christe \ Verzeih mirs Gott! es regte sich der Iste. Johann Wolfgang von Goethe, Erotic Poems [çev. David Luke] (Oxford: Oxford University Press, 2008), s. 87, s. 111. Türkçe’ye çeviriler bana aittir.


^^ Buğra Yasin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder