Nedir erotik olan? Bu sorunun yarattığı çağrışımlar ve okurun
zihninde canlanan anılar mevzu bahis kavramın ne kadar öznel olduğunu göstermesi
bakımından önemli. Bu gerçekten yola çıkarak itiraf etmeliyim ki bu yazı
sıradan ve günlük bir kavramla gerçekleştirdiğimiz metinsel münasabetten daha
müstehcen, yani daha kişisel ve otobiyografik bir niteliğe sahip olacaktır. Benzer
şekilde not düşülmelidir ki bu yazı Freudcu bir zaviyeyle değerlendirildiğinde
sapkın (pervert) bir yazıdır. İhtiva
ettiği fikirler cinselliğin salt bir eylem olarak normal, sıradan ve biteviye
işleyişine çomak sokmak istemektedir.
Erotizm üzerine yazılan her metin gerçeklik ilkesine (reality principle) göndermede
bulunduğu sürece sapkındır aslında. Öyle ki devlet eliyle dağıtılmış bir
broşürün ihtiva ettiği cinsel stratejiler ve taktikalar, en “sert” ve
“müstehcen” görselleri barındıran pornografik bir foto-romandan/filmden farklı
değildir. İlki cinselliği ideolojik altyapısı (ki çoğunlukla topluma dayatılan
sınırların pedagojik/grafik bir tezahürüdür bu) uyarınca iletirken, ikincisi ya
sınırların “ötesini” gösteriyormuş gibi yapar ya da mezkur sınırlarla gerçeklik
ilkesine (reality principle) uygun düştüğü derecede oynama seçeneğinde karar
kılar. Lakin her ikisi de somut bir eylem içinde ortaya çıkan “erotik olanı”
imlemesinden ötürü belirleyici konumdadır. Yoksa metinsel bir okuma ışığında şunu mu
söylemeliyiz: Pornografi ya da devlet pedagojisi – her ikisi de bu yazının
işlevsel “sapkınlığı”nı aynı derecede taşımakta mıdır? Erotik olanın, sözel
veya görsel bir aracıyla tanımlandığında kendinden taşıdığı değerin üzerinin
çizildiği mi ortaya çıkmaktadır= erotik? Pekala erotik olanın kendinden
taşıdığı değer nedir? “Erotik” var mıdır?
20. Yüzyıl’ın belki de en “başarılı” seri katillerinden biri
olan Ted Bundy idamından bir gün önce gerçekleşen röportajında işlediği suçlara
zemin hazırlaması ve suça yatkın doğasına kendini ifade edebileceği bir kanal
sunmuş olması iddiasıyla pornografiyi suçlar. Röportajını yapan kişi Bundy’den
işlediği suçları ve suçları işlerken hissettiklerini detaylı bir şekilde
anlatmasını istediğinde aynı Ted Bundy başını önüne eğer ve işlediği suçların
farkında olduğunu ima eden o eşsiz vücut diliyle, gerçekleşen cinayetlerin
“karmaşıklığından”, tam olarak “izah edilemeyecek” mahiyetinden dem vurarak bizi
yanıtsız bırakır (ii). Bu duraksama ve benzer şekilde ifade olanaklarının yetersizliğine
delalet eden sessizlik, bize Ted Bundy’nin nihayetinde bizlerden farksız olduğuna işaret etmiyor mu? Nitekim Bundy’nin
başından geçenleri anlatamaması, işlediği suçlara müteakip ortaya çıkan vicdan
azabından ziyade o suçlara kemikleşmiş halde bulunan hazların ve fantezilerin
kelimelerle tam olarak ifade edilemeyeceği gerçeğini açığa çıkarmaktadır. Bir gösteren
(signifier) olarak kelimelerin
yetersiz kalması, gösterilene (signified)
tam olarak tekabül edememesi, bize ilk bakışta erotik olanın her surette dilin olanakları çerçevesinde
sınırlanmış olduğunu ve erotik olanın
saf haliyle anlamlandırılmasının (signification)
semiyotik ve semantik düzlemde imkansız olduğunu gösteriyor.
Ted Bundy’i burada zikrederek işlediği cinayetlere felsefi
bir derinlik katma arzusu içinde değiliz. Aksine; nitekim bu çözümleme yoluyla
Bundy ve benzerlerinin bizlerle olan derin
benzerliklerini ifşa ediyor, kültür endüstrisinin kendilerine atfettiği
mistik auranın banal parıltısını ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Belirtilmelidir
ki günümüzde görsel ve yazılı medyanın ekseriyetle faydalandığı seri katiller,
işledikleri cinayetlerin bir gösteriye (spectacle)
dönüştürülmesi, ve eklemlendirildikleri ilkel asil (le bon sauvage) motifi ışığında anti-kahramanlar olarak resmedilmektedirler. Aynı şekilde
unutulmamalıdır ki içinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik sistem, kahramanların ortaya çıkmasına müsaade
ettiği derecede anti-kahramanlara yer
verebilir – bu yüzdendir ki anti-kahraman
kavramı nihayetinde bir aldatmacadan ibarettir.
Kabul ediyorum ki konusu erotizm olması gereken bu yazı, şu
ana dek seri-katillerle içli dışlı olmayı seçmiştir. Erotik olanı
toplumun sınırına sürülmüş seri katiller ışığında analiz etmemiz, yazımıza
zemin oluşturan konunun sınırlarına dayandığımız izlenimini verebilir. Aslında
tam da bu ölümle iç içe geçmiş girift yapıyı (müsaade ederseniz: thanato-erotic unsurları) analiz etmemiz
vasıtasıyla erotiğin sanatla olan ilişkisine başlayabiliriz diye düşünüyorum.
Öyle ki erotizmi şiddetle içe içe resmeden veyahut birini diğerine indirgeyerek
her ikisinin kaynağını ilkel bir insan doğasında bulan biyolojist yaklaşımlar bize bir nedensellik ilkesinin varlığından
söz etmektedir. Bu yolla belirli bir tözün gerçekliği varsayılmakta, şiddet ile
erotiğin göbek bağı bu dürtüsel-içtepisel (instinctual) zeminde birbirine
bağlanmaktadır. Öne sürmemiz gereken, önceden belirttiğimiz erotik ve erotik
ayrımını gözeterek, hangi yollarla erotik olanın kısıtlanmışlığının,
üstü çizili doğasının farkına varabileceğimizdir.
Müstehcen kanaatimi dile getirmem gerekirse erotik olanın
aslında erotik olduğunu fark ettiğimiz an cinselliği soluk renkli biteviye
işleyişinden, adab-ı muaşaret ilkeleriyle sınırlandırılmış özelliğinden
kurtarmakta; ancak bu yolla organik ya da inorganik bedenler/hayaller üzerinde
bir oyunun olasılığını, arzunun ve zevkin tahripkâr yönelimini sezinlemekteyiz.
Teknik bir dilde ifade etmemiz gerekirse erotik, dilin sansürlendiği bir
coğrafyanın izlerini taşırken; erotik, cinselliğin sınırlarıyla kişisel
bir hesaplaşma noktasında kendini belli eder. Dilseldir. Bir diğer deyişle erotizm,
erotik olanın kısıtlayıcı doğasının fark edildiği ana içredir; “normal” işleyişin sekteye uğratıldığı an ideolojinin
küllerinden doğmaktadır.
XVIII. yüzyılda yaşamış, devrim niteliği taşıyan mimari taslaklarıyla
Fransa’nın içtimai dönüşümüne bir nevi ayna tutmuş olan Jean Jacques Lecleu’nün
bir o kadar devrimci nitelikteki sanatsal çalışmaları ne gariptir ki arka planda
kalmış, unutulmaya terk edilmiştir. Aşağıda gördüğümüz çalışma mevzu bahis
erotik-erotik olarak belirttiğimiz farklılaşmayı yansıtması bakımından
önemlidir. Lecleu’nun resmettiği rahibe sadece üzerindeki üniformadan kendisini
kurtarmamaktadır; kendisini kurtardığı üniforma aynı zamanda bu resmi inceleyenin
boynuna bir hançer dayamaktadır. Bu hançer, 18. Yüzyıl Fransız filozoflarının (Voltaire’in
ya da Diderot’nun) yorumlamalarına, dogmatik zincirlerin kırılmasıyla
erişilebileceği öne sürülen, “insanca” bir erotik tasavvurunun olasılığına zemin
hazırlayan akılcı saflığa karşı çekilmiştir aslında. Lecleu, Voltaire ve
çağdaşlarının aksine kadın bedeninin üzerinden dökülen her aksesuranın bir
silah olduğunu fark edebilecek kadar post-moderndir.
Kadın, soyunabildiği derecede erotiktir. Böylesine müphem açılımlara
gebe olduğunu düşündüğüm soyunma motifinin Lecleu’nün tartıştığımız resmine
verdiği başlıktan anlayabileceğimizi düşünüyorum: Et nous aussi nous serons meres; car…!
(Ve biz de anne (rahibe) olacağız, çünkü
…!)
Lecleu’nün bu görsel polemiğinin bir benzerini Goethe’den
seçtiğim iki dörtlükte yakalayabileceğimizi düşünüyorum. Bu analizden önce
belirtmeliyim ki Goethe (Göte ya da Göthe) dilimizin kendine has haşarılığından
epeyce muzdarip bir düşünür olarak gözükmekte (Kişisel bir not: Goethe’yi
telaffuz ederken yanakları kızaran fikir mübadelecisinin ekseriyetle salt bu
telaffuz dolayısıyla yanaklarının kızardığını düşünmekteyim. Öyle ki ülkemizde
Goethe ya Almanca dil enstitülerinin titular
bir melankolisi ya da saygınlığı tartışma konusu olamayacak kadar değerli –
yani bilinmeyen, araştırılmamış – bir polymath
olarak resmedilmiştir). Goethe’nin yıkıcı şiirleririnin zevklerimize
sunulmamasının bir diğer nedeni Nietzsche’nin üzerinde sıklıkla durduğu, Batı
felsefesine geri dönülemeyecek şekilde sirayet etmiş ascetic (münvezi) bir ruhtan kaynaklanıyor olabilir. Münzevi bakış
açısı düşünürün veya filozofun sadece be sadece doğru/gerçek istenciyle
koşullanmasını ve bu misyon ışığında dünyevi zevklerden el etek çekmesi şartını
ortaya koyar. Goethe’nin bu münzevi ibrikten damıtılması sonucunda elimizde
kalan ise Aydınlanma felsefesine yön veren edebi ve felsefi kişiliği ve Genç
Werther’in Aydınlanma’dan “geriye kalan” acılarıdır.
Venezianischen Epigrammen (Venedik
Epigramları’ndan) #28
“Bize
Efendimizin parçalarını göster! Bize Tanrımızın emanetlerini göster!”
İşte
böyle bağırdı bahtı kara bir kız
Gözlerindeki
delilik perdesinden
Kutsal
Perşembe’nin akşam üstüydü vakit
(Yaşlı
şarlatana göre) bir rahip Aziz Mark’ta
Açıyordu
İsa’nın yadigârlarını temaşaya.
Ey
zavallı kız! Neden ağlarsın
Çarmıha
gerilen Tanrı için?
Priapos
için ağla!
İşte o
tanrının takımları ilacındır senin!
Das Tagebuch (Günlük’ten)
#17
. . . İtiraf
etmeliyim ki nihayetinde evlenirken
O altar
ve rahibin önünde,
Kan
içindeki perişan çarmıhı görünce, domine
Christe!
Tanrı
beni affetsin! Oynaşmaya başladı benimki yine! (iii)
Goethe’nin kaleme aldığı bu şiirler yazıldığı tarihlerde
yarattığı sarsıcı etkiden yoksun gözüküyor. Lakin bunun nedenini şiirin kendi
içindeki edebi gücünü kaybetmesinde değil içinde bulunduğumuz kültürün bu
kıtaları kavramakta yaşadığı güçlükte aramalıyız. Unutulmamalıdır ki Goethe’nin
mevzu bahis şiirleri kaleme aldığı çağ, sanatın, dinin ve dogmanın
boyunduruğundan çıkmak için debelendiği bir döneme rast gelir. Bugünün “erotik”
şiirleri böylesine bir fikirsel çatışmadan yoksun, aslında tamamen
sekülerleşmiş bir edebiyat divanında, kültürel bir hürriyet ortamında sergilenmektedir.
Goethe’nin “erotik” şiirleri bu bakımdan çelişkilere içre, diyalektik bir düşün
dünyasının nadide meyveleri olarak ortaya çıkıyor: Bir başka deyişle, erotik
olanı bu iki kutuplu kültürü birbirine çarpıştırarak, birbirleriyle ilişkiye
sokarak canlandırabiliyor.
Priapos |
Kanaatimce Lecleu’nun “çünkü . . .” kelimesiyle muallakta
bıraktığı halet-i ruhiye Goethe’nin şiirlerinde taviz vermediği eleştirel
üslubunda ve alaycı derinliğinde yankı bulmaktadır. Bir anti-kahraman olarak
resmedilen Ted Bundy, sığ demagojisiyle ve akıl almaz korkaklığıyla pornografiyi
suçlarken normatif bir diskura sözcülük yapmaktan kendini kurtaramaz. Eğer
pornografi Bundy’nin öne sürdüğü gibi suça teşvik ediyor ve “doğru” yoldan
saptırıyorsa bu “normal” olanın mantıksal açıdan varlığının tasdiklenmesine ve
olumlanmasına tekabül etmez mi? Gerçekten de Bundy, idam edilmeden önceki son
röportajında özgürleştirici ve yaratıcı bir erotizmden ziyade çocuk
yaşlarından itibaren uzlaşamadığı, kendine içinde yer bulamadığı “erotik”
ekonomiyi biraz özlemle biraz kırgınlıkla ve en çok da suçlulukla yad
etmektedir.
Bir yanda Lecleu’nın “çünkü . . .” (car . . .) olarak askıya
aldığı, ölüm ile cinselliğin birbirine
karıştığı la petite mort motifi; bir
diğer yanda Goethe’nin taviz vermeyen bir edayla dinin kendine has dinamiğinde erotizmin
zincire vurulamayan tezahürünü araması. . . Altı çizilmelidir ki hem Lecleu hem
Goethe kendilerini normal-patolojik dikotomisini baz alan bir anlatımdan bilinçli
bir şekilde uzak tutmakta, her ikisi de erotik olanı muğlak bir zevkin
karmaşık yapısında veyahut ölümün koşullandırdığı bir halet-i ruhiyede
aramaktadır. Bu “aradıklarının” bulunabilecek olmasına dair zımni bir kanaate işaret
etmez. Aksine zihnin iradesine ve hayal gücünün esnekliğine mütemadiyen direniş
gösterdiğini kabul ettikleri erotik olanın, tasnif ve taksim
edilemeyecek niteliği dolayısıyla sanata zorunlu dönüşümünü kutlar. Bu
incelediğimiz eserler, erotik olanın hiçbir zaman temellük edilemeyecek
olmasını kutlayan, ve bu niteliği taşıyan her türlü muallakta kalmış olana ithaf
edilmiş övgülerdir.
i)
Bu başlık, John Zorn’un 24 saniyelik Igneous
Ejaculation adlı şarkısından esinlenmiştir. http://www.youtube.com/watch?v=QEYbvRYAx90
ii)
Ted Bundy son ropörtajını bu linkte bulabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=BosITwqt55U
iii) Vor deinem
Jammerkreuz, blutrüngster Christe \ Verzeih mirs Gott! es regte sich der Iste.
Johann Wolfgang von Goethe, Erotic Poems
[çev. David Luke] (Oxford: Oxford University Press, 2008), s. 87, s. 111. Türkçe’ye
çeviriler bana aittir.
^^ Buğra Yasin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder