I
Bir
Türk Cumhuriyetçisi'nin Napoli'ye düzenleyeceği seyahat korkunç
kramplara neden olabilir – Tarihsellik bilincini tarih fetişizmi
lehine ibra etmiş her bakış açısı Napoli'de korkunç
karabasanlarca tasallut edilecektir. Purgatorio ad Arco önünde
ezilmiş bir sıçan ile bir İtalyan'ın karşılaşması sıradan
bir olay olarak cereyan edebilir; ancak Anıtkabir'in
hemen önünde sakat bir eşek yavrusu ile karşılaşmak bir Türk
turistin gözünde hangi paranoyak fikirlere ve suçluluk
havalelerine neden olacaktır? Bu sorunun cevabını günlük
gazetelerimizde arayabiliriz. İtiraf etmeliyim ki doksanlı yıllarda
inkişaf eden Türk eğitim sisteminin hijyen takıntılı tarih
anlayışını yutmak zorunda kalmış olan ben, mevz-u bahis mevta
sıçanı görmemle iliklerime dek sarsıldım (lakin ne mutlu ki
istifra etmedim). Yumruğumu sıktım; veryansın ettim ve kendimi
mis gibi zeytinyağ kokularıyla, domatesin ve peynirin cömertçe
serpiştirildiği muhteşem pizzaların sıcak çıtırtısıyla
teselli ettim.
Belki
bu müthiş lezzet ile fırlayan kan şekerimden olacak ölü
sıçanla Via Tribunali
üzerinde karşılaşmış olmak sapkın bir zevk alır verir hâle
dönüştü. Birçok kez kaybolup, kendimle günlük debdebelerin
vuku bulduğu kaldırımsız dar sokaklarda karşılaştığımda,
Neapolitanların kendi tarihleriyle olan ilişkilerinin
umursamazlıktan ziyade hâlâ kendilerini evlerinde
hissetmelerinden, tarihin içinde
yaşıyor olmalarından
kaynaklandığı sezinledim. Bu garip dünyada sokağın bir yanında
deterjan kokulu bembeyaz donlar parıldarken, hemen karşı tarafında
kilise seslerine eşlik eden kapkara bir köpek huzursuzlaşıp
hırlamakta; tüm bunlar küçük sunakların önünde sıraya girip
diz çökmüş yaşlı kadınların mırıltılı dualarının
esareti altında olmaktaydı. Goethe'nin de vurguladığı gibi;
Napoli'nin biricikliği varoluşun tüm karmaşıklığının huzurla
sezinlenmesinden, ölüm fikriyle koşullanan bu şehr-i Araf'ın
aynı zamanda hayata methiyeyi eksik etmemesinden kaynaklanmaktaydı
– Napoli'yi görün ve ölün!
- Vedi Napoli e poi muori!
II
Seyahatimin
son gününde şehrin nispeten uzak bir bölgesinde bulunan Museo
Capodimento'yu ziyaret ettim. Bu
müze bir mesire alanının hemen ortasında, kültür ile bedeni
barıştırmayı her daim şiar edinmiş Greko-Roman zihniyetin
gıyabında gururla güneşleniyordu. Bu yazıda huzurunuza işte bu
müzeyi gezerken karşılaştığım bir eseri getirmek istiyorum.
La Resurrezione di
Cristo adlı bu eser İsa'nın
Roma'nın boyunduruğu altındaki Yahudiyeliler tarafından
yargılanışından ve çarmıha gerilişinden üç gün sonra gerçekleşen
dirilişini ve semaya yükselişini resmeder. Ölüm ve hastalığı
muhteva eden bu toprak/duman bulutunun içinden sıyrılan İsa,
kendisini çevreleyen ilahi ışıkla aşağılandığı ve hor
görüldüğü dünyayı terk etmektedir. Ayaklarının dibinde bu
mucizeye müteakip pişmanlıklar, bağışlanmayı dileyen askerler
ve kendinden geçmiş inananlar sıra sıra dizilmişlerdir – hepsi
bir arada izlerler İsa'nın semaya yükselişini.
Sisto Badalocchio - La Resurrezione di Cristo (1620 ca. - Museo Capodimento) |
Ancak
bu resmin bana bu denli tesir etmesi Sisto Badalocchio'nun ustaca
temsilinden ziyade sezinlediğim bir benzerlikten dolayı idi. Önce
sadece biçimsel olduğuna kanaat getirdiğim bu yakınlaşma, yavaş
yavaş, belki zamanın her anına sirayet eden kan, duman ve keder
bulutundan olacak, niteliksel bir hısımlık olabileceği fikrine
yöneltti beni. İşte tam bu anda, gözümün önünde demokrasi nümayişinin barut kokulu dekorunda öne çıkan, dolgun göğüsleriyle
toprağı (feodaliteyi) ve toprağın kanlı sunaklarından nemalanan
tacı (krallığı) lağveden bir kadın hayali belirdi.
Ancak
bu kadın nereye doğru gitmekteydi? Daha doğrusu: Neredeydi,
tam olarak nereye gelmişti ve nereye yönelmekteydi?
Diderot hayranı olan Delacroix'nın eserinde elbette kadına (yani
özgürlüğe); liberté fikrine
biçtiği rol bu dünyaya dair bir kılavuzluktur. Kadının
ayaklarının yerden bir nebze de olsa kesilmiş olması yukarı,
semaya doğru hareketlenmesini imlemez; aksine içinde bulunulan
dünyaya hükmeden fikirlerin ve teamüllerin yeniden
değerlendirilmesine vurgu yapar. Ne gariptir ki bu eser neredeyse
180 senedir ideolojik bir gözlükle temaşa ediliyor. Belki de
kadının halihazırda içinde bulunduğuna inanılan esaret, resmin
dayanak noktasını oluşturan, mükemmelce gizlenmiş oklokratik
iradenin sezinlenmesini engellemiştir. Gerçekten de bu resmi bir
öncekiyle, İsa'nın dirilişini ifşa eden örnekle
kıyasladığımızda aynı topografik formasyonla, benzer ışık
desiseleriyle ve ön plana çıkarılan objenin kutsallaştırılmış
niteliğiyle karşı karşıya kalırız.
Eugene Delacroix - La Liberté guidant le peuple (1830) |
Delacroix,
eserini La Liberté guidant le peuple olarak adlandırırken
özgürlük fikrinin insanlara/yığınlara/halka hangi
şekillerde kılavuzluk ettiğini/edeceğini düşünmemizi
istemektedir? Hangi nedenlerle özgürlük fikri tekilleşmiş ve
hangi ideolojik pencereden süzülüp temsili (representation)
kadın bedeni vasıtasıyla yapılmıştır? Bu soruların cevabını
ararken mevz-u bahis resmin 1830 yılında gerçekleşmiş olan
Temmuz Devrimi'ni ölümsüzleştirmek için icra edildiğini
unutmamamız gerekiyor.(1) 1848 yılındaki devrimden farklı olarak
1789 ve 1830 devrimlerinin içtimai dayanağı olarak krallığın,
burjuvazinin maddi manevi çıkarlarını gözetmemesi ve çoğu
zaman kendi çıkarlarına denk düşmeyen fikir ve eylem
cereyanlarını zapturapt altına almaya çalışması olarak
özetleyebiliriz. Henüz toplumun muhtelif kesimlerine sirayet
etmemiş olan sosyalist ve komünist fikirler dolayısıyla olmalıdır
ki farklı sosyal sınıflardan insanlar, özgürlük etrafında
birleşmiş gözükmektedirler. Farklılıklar bir kenara itelenmiş,
Bourbon monarşisine karşı aynı cephede saf tutulmuştur.
Resimdeki
özgürlük simgesine gelecek olursak: Delacroix'nın 1792 yılında
Ulusal Konvansiyon tarafından Fransız Cumhuriyeti'nin sembolü
olarak kabul eden Marianne'ı esas aldığı aşikardır.(2) Lakin
Fransız devrimini, nispeten daha çoğulcu ve uzlaşmacı bir devlet
yapılanmasıyla taçlandırmak isteyen Jirondenler (Girondins)
Marianne'ı bu doğrultuda (Delacroix'nın aksine) daha barışçıl,
özgürlük kadar aklı da temsil eden bir minvalde
canlandırmışlardır. Bunun yanında Delacroix'nın resminde temaşa
ettiğimiz kadın, Frigyalı şapkası, serpilmiş göğüsleri ve
süngülü tüfeğiyle Jakoben siyasi radikalizminin şiddete
meyleden mütecaviz ideolojisini anımsatmaktadır. Bu iki resim
biçimsel benzerlikleri bir kenara bırakıldığında
uzlaştırılamayacak kadar birbirine ırak fikirler
barındırmaktadırlar. Göğe yükseliş bireysel bir
mücadelenin, agonistik bir metanetin eseridir. Kapitalizme
eklemlenmiş halde zuhur eden liberalizm ise birey fikrini
amaçsal/rasyonel bir düzlemde değerlendirir. Delacroix'nın
yansıttığı özgürlük, tricolor'un ya da bayrağın
simgelediği bir müşterek yaşam iradesi
altında nefes buluyor. Bu müşterek yaşam hayalinin bir vehim ya
da gerçek olduğu elbette tartışılabilir ancak yadsınamayacak
olan cemiyet pusulasının yönünü şaşırmasıyla ne tür
cinayetlere ve korkunç kıyımlara yol açabileceği gerçeğidir.
Badolocchio'nun resminde İsa'yı taşıyor gördüğümüz “beyaz
bayrak” hem bu vahim olasılığa karşı uyarı niteliğinde
dalgalanır hem de uğrunda öldüğü hayat görüşünü
temsil eder: Matta 26:52'de aktarıldığı gibi İsa,
kendisini tutuklamak için gelen askerlerden birine saldıran
havarisini “Kılıcını kınına koy!” diye ikaz eder ve hâlâ geçerli olduğunu düşündüğüm şekilde şöyle
der: “Çünkü kılıcını çeken herkes kılıçla ölecektir”. İşte Delacroix'nın gözden kaçırdığı nokta tam da budur: Özgürlük mücadelesinin de kendi içinde sınırları olabileceği ve siyasi eylemin etik mülahazalardan muaf tutulamayacağı hakikati.
1)
Delacorix'nın 1830 devrimine dair olumlu görüşleri kardeşine
yazdığı mektubundan rahatça anlaşılmaktadır. Bkz.
http://www.louvre.fr/en/oeuvre-notices/july-28-liberty-leading-people
2) Marianne ya da Fransa Cumhuriyeti'ndeki benzer sembollerin tarihçesi ve ilintili bilgiler için şu kaynağa ulaşılabilir: Maurice Agaulhon, Marianne into Battle: Republican Imagery and Symbolism in France, 1789-1880 (Cambridge UK: Cambridge University Press).