I
Teknolojinin insanla olan
ilişkisine yaklaşımımızın umumiyetle negatif yoldan
gerçekleşmesi neye tekabül ediyor? Negatif bir ilişki
içinde olmak ne demektir? Kabul görecektir ki insan ile teknoloji
arasındaki bağın kendini açığa çıkarması, görünür olması
bu ilişkinin sorunsallaştırıldığı ana içredir. Nitekim günlük
yaşantımızda bu ilişkiyi sorgulamadan, çoğu kez aklımıza
getirmeden kabul eder halde görünürüz. Görünür olmamız öyle
kabul ediyor olduğumuza dair bir işarettir. Her işaret gibi bu
bizim kadar diğer insanların da yaşadığımız çevrede yönünü
bulmasına yardımcı olur. İşte içinde olduğumuz dünyaya karşı
hayata geçirdiğimiz bu yönelimsellik bir harita görevi görür –
kaybolmamamızı sağlar.
Lakin beklenmedik
anlarda, aniden ortaya çıkan tekinsiz bir hadise mezkur haritada
işgal ettiğimizi düşündüğümüz konumu kaybetmemize neden
olur. Sadece bununla da kalmaz: öncesinde bir harita üzerinde
olduğumuzu bize hatırlatmasından mütevellit, bir şeyi kaybetmiş
bulunduğumuzu haber vererek iç kemiren bir endişeye veyahut genel
anlamıyla korkuya neden olur. Yazımın başlangıcında
insan ile teknoloji arasındaki ilişkiyi negatif olarak
tanımlamamdaki amaç da budur: Teknoloji (techno-logy)
karşımızda her daim mütecaviz bir güç olarak; yabancı ve
tekinsiz bir mantık (logic) olarak belirir. Yavaşça, güven
hissi aşılayarak gelmez; bir anda ortaya çıkar, tehditkâr ve
kararlıdır.
Teknolojiye bu şekilde
yaklaşmam okuyucuya göre gülünç ve riyakâr bir tanımlama
olarak olarak yorumlanabilir. Nitekim bu yazının sizlere ulaşmasına
vesile olan teknolojidir. Antropolojik bir açıdan yaklaştığımızda
bu yazıyı kaleme alan (!) ellerim dahi teknolojinin asli bir unsuru
olarak olarak düşünülemez mi? Bernard Stiegler, Technics and
Time adlı kitabında şu şekilde not düşüyor:
'Pençeleri
geride bırakıp elleri kullanabilir hale gelmek bir şeyi el ile
işletebilmek (manipulate) anlamına gelmektedir. Ellerin işlettiği
ise araç gereçlerdir. Elin el olabilmesi sanata, zanaate ve
technē'ye
imkan verebilmesi koşuluna dayanır. Ayakların ise alalade iki ayak
olmayı bırakıp insan ayaklarına dönüşmesi, yürüyebilmesi ve
bedenin yükünü taşıyabilmesi elin el olarak kendi içinde
bulundurduğu potansiyeli gerçekleştirmesine izin verir. Bu aynı
zamanda el ile yüz arasında yeni bir ilişki demektir ki jest ve
konuşma yetisi ancak bu şekilde ortaya çıkabilir.' (1)
Lakin el, nihayetinde
salt bir uzuv olarak teknolojiye tekabül etmez: Elin kavrayabilmesi,
işletebilmesi elini kullanma yetisine sahip olan insanda technē
potansiyeline delalet eder. Teknoloji bu açıdan, yani, elin
tutabileceği araçların sınırsızlığı dolayısıyla sonsuz
olasılıklara gebedir. Bilgisayarlar, akıllı telefonlar
(smart-phones) işte
bu sonsuz olanaklar içinde şimdilik gerçekleştirilmiş
olanlardır. Küçük bir not: Telefon ile aklın bir
araya gelmesi ilk bakışta onu önceki örneklerinden ayırma
amaçlı niteliksel bir tanımlama olarak gözükse de teknoloji ile
insan ilişkisindeki tekinsiz bir alana dair bir belirti (symptom)
değil midir? Yirminci yüzyılın distopik kurgularından biri olan
teknolojik “şey”lerin bilinç kazanabileceği endişesi,
kapitalizm ve kültür endüstrisi işbirliğiyle nostaljik bir
istihzaya dönüşmüş gözüküyor.
II
Teknolojinin mütecaviz
bir güç olarak; yabancı ve tekinsiz bir mantık minvalinde
belirmesi ile teknolojinin ortaya çıkışını muayyen bir koşula
bağlamış oluyoruz. Nitekim herhangi bir şeyin kendini belli edişi
onu ortaya çıkaran koşulun varlığına işaret etmektedir. Salt
kendi kendinden ortaya çıkabilen bir şeyden söz edebilir miyiz?
Allah/Tanrı/Yehova gibi temelde kendinden olduğu öne sürülen bir
varlığın dahi dünya üzerinde zuhur edebilmesi, parıldayabilmesi,
bu parıltının akislerini toplayacak bir sujeyi gerektirir. Bu
yüzdendir ki XIX. Yüzyıl Hristiyan teolojisinin kırılma noktası
olarak Ludwig Feuerbach'ın Das Wesen des Christenthums (1841)
adlı yapıtına vurgu yapılır.
Nitekim ilk kez bu kitapta Tanrı'nın varlığı insanın ontolojik
ve psikolojik dinamiklerinde aranmaktadır. Tanrı'nın aşkın bir
alemden dünyaya indirilip odak noktası insan olan bir paradigmanın
ışığında değerlendirilmesi, Tanrı idesinin koşulu
olarak insanı öne sürmekten
başka bir şeye tekabül etmemektedir.
Pekala teknoloji ile olan
ilişki hangi şekilde ortaya çıkmaktadır? Açıktır ki bu
ilişkinin temeli de benzer şekilde insandır; ancak bu ilişki öyle
bir nitelikte olmalıdır ki hem insana dair olmalı hem de insana
kökensel olarak ait olmayan bir alanda tebahhür etmelidir. Öyleyse
bu söz konusu tekinsiz alanı ölüm olarak nitelendirebilir
miyiz? Gerçekten de XX. Yüzyıl süresince cereyan eden teknoloji
münazaralarına göz attığımızda tek bir motif etrafında
toplanmış beş farklı örnekle karşılaşırız: Kronolojik
olarak ilerlememiz gerekirse bu örnekleri Birinci Dünya Harbi,
Auschwitz, Hiroshima, Soğuk Savaş ve Çernobil nükleer faciası
olarak sıralayabiliriz.
Bu örneklerden her
birinde karşımıza çıkan motif ise teknoloji ile insan arasındaki
ilişkiyi tekinsiz alana iten, dil ve mantık yoluyla kavranamayacak
duruma çeviren unsurun insanlık (humanity) olgusunun tehdit
altına girmiş olduğu, adeta kitlesel bir yok oluşla karşı
karşıya gelmesi durumudur. Dikkatimizden kaçmaması gereken bir
diğer unsur, insan ile teknoloji arasındaki ilişkinin, XX. Yüzyıl
başlarında edebiyatta sıkça işlenen Kafkaesk bir motiften, yani
birey ile bireyi zapt u rapt altına almaya çalışan
bürokratik/teknolojik iradenin çarpışmasından çok farklı bir
düzlemde gerçekleşiyor olduğudur. Akıllı telefonların,
bilgisayarların, internet vb. bireysel açıdan büyük faydalar
sağladığı yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte bu örnekler
bize çok yönlü bir ilişkinin evcilleştirilmiş yüzlerini
sunmaktadır. Ancak teknolojinin evcilleştirilemeyen, mantık
ve sağduyu (sensus communis) yoluyla anlaşılabilir olmayan
farklı yönleri de mevcuttur. Aşağıda izleyebileceğiniz film,
İkinci Dünya savaşı esnasında Almanya'nın her biri yanını
kaplamış olan irili ufaklı konsantrasyon kamplarından en
önemlileri arasında sayılan Dachau'a ait görüntülerdir:
Hannah Arendt, “kamp”
olgusunun analizinin kitlesel katliamları gerçekleştirebilecek
zihniyetin tartışılmasıyla kısıtlanmaması gerektiğini; ölüm-politikası (thanato-politics) paradigmasının
cisimleşmiş hali olan kamp olgusunun insan hayatı üzerinde ne
gibi varoluşsal manipülasyonları olduğunun da gündeme
getirilmesi gerektiğini öne sürerken bu videoda yüz yüze
geldiğiniz insanlar adına bir talepte bulunuyordu. Arendt'e
göre kampların en temel özelliği ölümü anonimleştirmesi,
yani, kampta alıkonulmuş ve bilahare öldürülmüş olan
bireylerin, isimlerinden koparılması vasıtasıyla varoluşlarının
dünya üzerinden silinmesiydi (2). Yaşamış olduğumuzun, bu dünya
üzerinde bulunduğumuzun, ve dolayısıyla doğmuş olduğumuzun
yegâne kanıtı olan isimlerimizin ortadan kaldırılması ölümümüzü
de değersiz bir şeye, alelade bir olaya indirgemez mi? Varoluşun sistematik olarak yok edilişi vasıtasıyla cinayet mefhumundan uzaklaşılıyor (ölüm ve hayat
diyalektiğinin ötesine geçiliyor), geride hiçbir anının,
hatıranın dile dahi getirelemeyeceği bir çöl, kendi içinde
çelişkili bir yapı kümesi – bir imha
(an-nihilation) fabrikası yaratılıyordu (3). Anılar
olmadan nasıl yas tutulabilir? Hangi yolladır ki geride kalanlar
ölenleri isimlerinden gayrı yâd edebilsin?
Dachau |
İnsanın
teknolojiyle olan negatif
ilişkisinin kitlesel bir düzlemde yankı bulması bu ilişkiyi
sezinleyen veya fark eden insana onurlu bir ödev yüklüyor:
Devletin değil; devleti kullanan hangi güç odaklarının ne
yollarla teknolojiyi günlük hayatımızda evcilleştirilmiş
bir logos
olarak yansıttığı; bu temsilin hangi gerçeklerin üzerine
örterek başarılı olduğu; kaybolmamamızı nasıl
sağladığı? Belki de kaybolmalıyız: Ancak nasıl kaybolmalı? O
klişe emri yerine getirerek mi – Düşünerek
mi? Düşüncelerimizin kendi kendine yaşayamayacağı Dachau ile ifşa edilmedi mi ?
Düşünmeyi
ölüm kadar meşakatli bir ödev olarak gören bizler: Düşünmeliyiz
ki ölebilelim. Bizim ödevimiz bu – ancak böyle yaşayabiliriz.
En azından yaşamaya böyle başlayabiliriz.
(1) Bernard Stiegler,
Technics and Time (California: Stanford University Press,
1998), p. 113. Çeviri bana ait.
(2) Arendt,
The Origins of Totalitarianism (New
York: Harcourt, 1976),
s. 452.
(3)
Ibid,
s. 442.
(4)
Erik Vogt, “S/Citing the Camp”, in Andrew Norris (ed.) Politics,
Metaphysics, and Death
(London: Duke University Press, 2005), ss. 74-106. Bkz., s. 82.
~ Buğra Yasin