Taksim Meydanı'nda barikatlerden yapılan "Serbest Kürsü" |
Son günlerde Türkiye’deki ana akım
medyanın sorumsuzluğundan yakınıyoruz ancak BBC gibi önemli yabancı medya
kuruluşlarının Gezi Parkı direnişi üzerine yayınladığı haberler de maalesef eylemin
gerçek ruhunu yansıtmakta güçlük çekiyor. Ben de bu bağlamda dün gece
(03.06.2013) dikkatle izlediğim BBC haberlerini takiben aklıma takılan bir kaç
düşünceyi kısaca paylaşmak istedim. Gezi Parkı mücadelesinin amaçlarını
Erdoğan’a anlatamadığımız gibi direnişin uluslararası playformda da benzer bir
biçimde dağınık ve anlaşılması güç olduğunu düşünüyorum. Bana göre bu durumun
asıl sebebi aşağıda daha detaylı anlatacağım gibi AKP’nin sürekli tazelediği
“laf salatası” retoriği. Burada kastettiğim çok söz söyleyip çok sayıda kelime
dile getirmeye rağmen aslında hiçbir fikir beyan etmemek, dolayısıyla çocuk
kandırmak, diyalog kurmak yerine konuşmacıları oyalamak, bilindik şeyleri
yersizce tekrarlamak. Öte yandan direnişte boy gösteren kimselerin kendilerini
temsil edecek iyi bir konuşmacının olmaması, konuşanların da durumu heyecandan
kısa ve öz bir biçimde aktaramaması söz konusu. Haber yayınlarında hep sona
kalan ve fikirlerini açıkça beyan edebilen akademisyenlerin konuşmalarına zaman
kalmaması ise apayrı bir konu.
Öncelikle BBC’nin ana haber bülteninden
bahsedeceğim. Oldukça kısa geçilen haber bana göre neredeyse tek taraflıydı.
Erdoğan’ın “laf salatası” açıklamasını takiben Taksim meydanından bir muhabir görüntüler
eşliğinde konuştu. Gezi Parkı’nı temizleyen, polise direnen görüntülerden
ziyade vandalizm odaklı görüntüler vardı. Polisin barışçıl eylemlere saldırmasından
çok agresif davranan öfkeli kalabalıklar ön plandaydı. Dolayısıyla izleyiciler
için çok farklı bir çerveve kondu.
Diğer bir mesele de ‘revolution’
kelimesinin iki farklı haberde tekrar etmesi. Bu noktada Türkçe karşılığı
devrim olan bu kelimeyi İngilizce aslıyla yazmamın önemli bir sebebi var. Bizim
gibi anası babası İstanbul’da, Ankara’da polis şiddetine maruz kalmış bir
jenerasyonun ‘devrim’ düşüncesiyle daha geçen sene isyan ve yağmayla çalkalanan
bir İngiltere’nin ‘revolution’ düşüncesi arasında dağlar kadar fark olduğunu
düşünüyorum. TKP üyesi bir gençin “Of course I am a revolutionary” demesinden
sonra “We are here for revolution” diyen bir protestocu tahminimce yabancı
izleyiciler tarafından beklenildiği gibi karşılanmayacak. Vandalizm odaklı
görüntüler eşliğinde böyle haberler takdir edersiniz ki bambaşka bir hal
oluyor. Azıcık gerçekçi düşündüğümüzde hakiki bir devrimden oldukça uzak
olduğumuzu düşünüyorum. Kırılma noktasındayız, o kesin, ancak devrim yerine
daha pasif ve ideolojiden uzak eylem, protesto, direniş gibi kelimelere
odaklanmalıyız. İsyan ediyoruz ama bunun barışçıl bir direniş olduğunu her daim
nitelememiz gerek, özellikle yabancı medya muhabirlerine.
BBC yayını ayrıca Newsnight isimli
programında bu olaylardan bahsetti. Programın sunucusu Jeremy Paxman sorularını
doğrudan, olabildiğince açık ve bazen sert bir şekilde sorabilen, cevapları da
aynı şekilde bekleyen bir gazeteci. İlk konuk İstanbul’dan haber yapan BBC
Ekonomi Editörü Paul Mason belki de konuya hakkını verek tek kişiydi. Haberin
birebier aynısı olmasa da İngilizce’sini buradan, Türkçe’sini de buradan okuyabilirsiniz. İkinci konuk
AKP’den Mevlüt Çavuşoğlu, sorulan sorulara cevap vererek değil, sorulardaki
yanlışlıkları düzelterek başladı. Erdoğan’dan iyi bildiğimiz retorik bir
strateji bu. Sorulardan memnun değilseniz ya da verecek iyi bir cevabınız yoksa
en iyisi sorunun getirdiği hataları ortaya çıkartmaktır. Paxman’ın özür
dilemesi üzerine de soruyu dikkate almayıp kendi bildiklerini okudu. Bunları
yaparken de robot gibi ezberlenmiş bir takım cümleler tekrarlandı. Bu noktada
AKP’li konuşmacının biraz sonra konuşacak olan protestocuyla arasında çok ama
çok önemli bir fark var. Çavuşoğlu ödevini yapmış: kendisine yöneltilecek
soruları önceden bildiği gibi onlara verecek cevapları da hazır. Keza verdiği
cevaplar daha önce CNN’de verdiği cevaplarla kelimesi kelimesine aynı
(dileyenler iki farklı röportajın görüntülerini bulup karşılaştırabilirler).
İki açıklamada da konuyla doğrudan bir bağlantı yerine yalanlama ve inkar eden
Çavuşoğlunun “laf salatası” stratejisi temelde şöyle: Gezi Parkına AVM yapma
planı yok, ağaçların kesilmiyor taşınıyor, polis artık orantısız güç kullanmıyor,
Erdoğan demokratik bir şekilde seçilmiş bir başbakan...
Söylenenler tanıdık geliyor değil mi?
Çünkü bizi uyutmak için devamlı tekrar edilen basmakalıp sözler. Yazının
başında bahsettiğim “laf salatası” stratejisi bu, bizimle konuşulmuyor, bize
konuşuluyor, suç atılıyor, söylediklerimiz inkar ediliyor, gerçekler
çarpıtılıyor. Ancak söylenenlerin hepsi kolayca cevap verilicek konular. Örnek
olarak alkol meselesini ele alalım. Çavuşoğlu şuna yakın birşey söylüyor: “Alkol
yasağı diye birşey yok, kısıtlamalar var. Uluslararası standartları getirmeye
çalışıyoruz.” Düpedüz saçmalık ve harika bir “laf salatası” örneği. Söylenen her cümle üzerinde biraz daha
düşünürsek söylemek istediğim retorik strateji daha açıkça anlaşılacak. İnceleyelim.
“İngiltere’de bile publar 10-11 gibi
kapanır.” (Çavuşoğlu BBC’de söylemişti) Ne münasebet! Türkiye’de çay bahçesi
neyse İngiltere’de pub odur; eğlence mekanı olmasının yanında sosyalleşme
yeridir, her sokakta bulunur. Bu sebeple bazıları gürültü yaratmamak amacıyla
erken kapanabilir. Ancak sokaktaki pub kapandı diye o saatten sonra ülke
genelinde alkol tüketimi yasaklanmaz. İçki içmek isteyen gece kulübüne gider,
illaki açık bir bar vardır ya da açık bir dükkandan alır sokakta içer. Üstelik
İngiltere’de tren, otobüs ve metro gibi toplu taşıma araçlarında isteyen
içkisini yudumlar, taşkınlık çıkmadığı sürece de kimse birşey demez.
Reklam konusu. İskoç’ların “single malt”
viskisi, İngiliz’lerin de “ale” birası meşhurdur. Dünyaya duyurmak isterler.
Markaların reklamları her televizyon kanalında, sinemada, gazetede görülür.
Eğlence mekanlarına sponsor olurlar. Müzik dinlenirken içki içilir, içki
içerken müzik dinlenir. AKP ikisinden de anlamadığı gibi anlayanı da rahatsız
etmektedir.
Okul etrafında içmek. Çalıştığım
üniversitede alkol tüketme yaşı vardır ancak üniversite içinde öğrenciler
tarafından yönetilen bir dükkanda sayısız bira ve şarap satılır. Tekrarlıyorum,
öğrenciler tarafından yönetiliyor. Her satılana da 18 yaş üzeri olmasınden emin
olmak için yaşı sorulur. Saat kısıtlaması da bildiğim kadarıyla yoktur.
Görüldüğü gibi AKP’nin kullandığı “laf
salatası” retoriğini çocuk kandırmaya eşdeğer bir söylem yolu. Araya
serpiştirilen abuk subuk açıklamaların da bulunduğu, bizi asıl meseleden
uzaklaştıran bir retorik. Bu yüzden konuya geri dönüyorum.
Çavuşoğlu’nun uyguladığı “laf salatası”
taktiği Paxman’ın sorularını hafifletti ancak gerekli cevaplar protestocular
tarafından Paxman’a veril(e)medi. Çünkü sonrasında konuşan protestocunun
konuşması açık değildi, basit değildi ve gerçekleri ortaya çıkarmakta güçlük
çekti. Heyecandan basit sorular anlaşılmadı, soru anlaşılınca başka konularda
konuşuldu. Erdoğan’ın tutumunu anlatmak için “discourse,” “mentality” gibi içi
boş akademik kelimeler kullanıldı. Yerine basit, halkın kelimeleriyle cevap
vermek gerekiyordu. Aksan sorunları yaşandı, cümleler yerine “aaa,” “uuu” gibi
parasitik sesler mikrofonu boğdu.
Diğer bir konu da AKP’linin hazırlıklı,
direnişçinin ise pek hazırlıklı olmamamasıydı. Bu tip röportajlarda zaman
kısıtlıdır, sorulacak soru bellidir. En basiti “Siz kimsiniz?” en bekleneni de
“Amacınız ne? Bu eylemden ne bekliyorsunuz?”dur. Bunların cevaplarını olayları
uzaktan takip eden bana vermek düşmez, ama madem başladık kısaca konu
başlıkları geçelim.
Polis Şiddeti. Gezi Parkı olaylarının nasıl
başladığını her daim hatırlatalım. Sabah 5’de barışçıl olarak gerçekleşen bir
eylem üstüne göz yaşartıcı bomba atılması, çadırların yakılması, orantısız güç,
dövülenler, yaralananlar… Sosyal medya delilleri oluşturmaktadır, açıkça
belirtmeliyiz. Emniyet müdürünn, valinin, içişleri bakanının istifasını
bekliyoruz.
Marjinallik. Bu çok yazıldı, çok
tartışıldı, çok da dalga geçtik. Bence işimize yarayan birşey söylendi. Sosyal
medyadan anladığım kadarıyla eylemde bulunan TKP, LGBT, Devrimci Müslümanlar
gibi ‘marjinal gruplar’ mevcut. (Bu grupları kesinlikle ötekileştirmek için
değil, sayıları göreceli olarak az olduğu için yazıyorum.) Ancak Gezi Parkı
direnişinin en önemli tarafı marjinal görünen grupların Atatürk’çü teyze, esnaf
amca, futbol taraftarı genç ve çevreci liberalle beraber olup tek bir paydada
birleşmesi. Birlik ve beraberliği güç olarak algılamalı, siz kimsiniz sorusuna
böyle cevap vermeliyiz.
İdeoloji. Partiye mensup değiliz, peki
ya ideolojimiz? Özgürlükten yana olmak, baskıcı rejimlere karşı olmak da bir
ideolojidir. Çekinmeden söylemeliyiz.
İfade Özgürlüğü. Türkiye bundan önce de
gazeteciler için bir cehennemdi. Biliyorduk, pek takmıyordur. Midnight Express filmi bize sorulduğunda
“Artık öyle değil” diyip geçiştiriyorduk. Artık işin ciddiyetinin farkındayız.
Tarafsız bir medya istiyoruz, gazeteciler hapsolsun istemiyoruz. Toplumda örnek
olabilecek kimselerin taşlanmadan, vurulmadan, yargılanmadan konuşabilmesini
istiyoruz.
Demokrasi. Türkiye’nin %52’si AKP’ye oy
vermişse %48’i de oy vermemiş demek değil midir? Madem ısrarla demokrasi
konuşulurken rakam veriliyor, hatırlatalım, Türkiye seçimlerinde %10 barajı
diye birşey vardır ve elin İngiliz’i bundan haberdar olmayabilir. Türkiye
demokrasisinde halkın %10’u senelerce dil, din, ırk ve diğer sebeplerle yok
sayıldı, hala da yok sayılıyor. Demokraside böyle şey olmaz, varsa demokrasi
değildir.
Faşizan Tutum. Bundan kastım son zamanlarda
kamuoyu tepkisine rağmen ısrarla gerçekleştirilen toplumsal projeler ve
Erdoğan’ın suni gündem yaratırken bile vazgeçmediği kaba ve aşağılayıcı
açıklamalar. Avrupa’da bize boşuna barbar demiyorlar. Seçilen ve bizi temsil
etmesi gereken bir başbakanın kullandığı üslup düpedüz edepsizlik. Bizi
yatıştırmak yerine iyice köpürtüyor. Öte yandan Gezi Parkı direnişinin 10 tane
ağaç hakkında olmadığını tekrarlıyoruz, peki nedir? Son seçimlerden bu yana
elimizde sayısız koz bulunuyor: Uludere katliamı, Reyhanlı terörü, üçüncü köprü
yapımı, üçüncü havaalanı projesi, nükleer enerji santrali, Emek sineması, alkol
kısıtlamaları, kürtaj meselesi, tutuklanan gazeteciler ve şu anda aklıma
gelmeyen bir sürü diğer skandal. Gezi Parkı direnişi böyle bir tarihsel sürecin
son damlasını oluşturuyor.
Newsnight programının üçüncü konuğu
London School of Economics’de öğretim görevlisi Dr. Ayça Çubukçu’ydu. Güzel
konuştu, ancak zaman çok kısıtlıydı. Paxman’ın tekrarladığı soru Türkiye’nin
demokrasi olması ve neden bu protestoların sandıkta gerçekleşmemesiydi. Çubukçu
buna cevap olarak Gezi Parkı direnişinin demokrasiye kavramına has bir sorunu
ortaya çıkarmasından bahsetti, çoğunluğun zorbalığından, %50 seçimle iktidara
gelmiş bir partinin böyle bir gücü nasıl kullanabileceğinden bahsetti.
Kapatırken de benim ilgimi çeken birşey söyledi: Gezi Parkı direnişi doğrudan
demokrasi deneylerinin yapıldığı bir mücadele. Bu noktada kendisine
katılıyorum, bu deneyleri daha sık yapmalı ve sonuçlarını incelemeliyiz.
Daha önce belirttiğim gibi Cumhuriyet
tarihinde ilk defa birbirinden bu kadar farklı gruplar bir araya geldi. Gezi
Parkı direnişi çok-sesli, çok-dinli, çok-dilli, çok-cinsiyetli, çok-ırklı,
çok-taraftarlı bir mücadele. Hal böyleyken birbirimizi dinlemeli ve anlamaya
çaba sarfetmeliyiz. Gezi Parkı temizlendiğinde ortada konuşma kürsüsü kuruldu gibi
bir fotoğraf dolaşıyordu, sonra bir daha ortaya çıkmadı. Bu tip mekanizmalarla
gruplar arasındaki diyalog güçlenmeli. Bu direniş kendini tanımlamakta güçlük
çekiyor olabilir, çoğunlukla ne olduğumuzu söylemek için ne olmadığımızı ifade
etmemiz gerekiyor da olabilir. Belli ki temel konularda hemfikiriz ve yüzbinlerce insan kaç
gündür sokaklarda bu yüzden buluşuyor. Geriye kalan ayrılıkları kültürel
zenginlik olarak görmemiz gerekiyor.
Her yer Taksim
Her yer Direniş
~ Emre Çağlayan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder