4 Haziran 2013 Salı

Gezi Parkı Direnişi ve BBC Yayını


Taksim Meydanı'nda barikatlerden yapılan "Serbest Kürsü"

 
Son günlerde Türkiye’deki ana akım medyanın sorumsuzluğundan yakınıyoruz ancak BBC gibi önemli yabancı medya kuruluşlarının Gezi Parkı direnişi üzerine yayınladığı haberler de maalesef eylemin gerçek ruhunu yansıtmakta güçlük çekiyor. Ben de bu bağlamda dün gece (03.06.2013) dikkatle izlediğim BBC haberlerini takiben aklıma takılan bir kaç düşünceyi kısaca paylaşmak istedim. Gezi Parkı mücadelesinin amaçlarını Erdoğan’a anlatamadığımız gibi direnişin uluslararası playformda da benzer bir biçimde dağınık ve anlaşılması güç olduğunu düşünüyorum. Bana göre bu durumun asıl sebebi aşağıda daha detaylı anlatacağım gibi AKP’nin sürekli tazelediği “laf salatası” retoriği. Burada kastettiğim çok söz söyleyip çok sayıda kelime dile getirmeye rağmen aslında hiçbir fikir beyan etmemek, dolayısıyla çocuk kandırmak, diyalog kurmak yerine konuşmacıları oyalamak, bilindik şeyleri yersizce tekrarlamak. Öte yandan direnişte boy gösteren kimselerin kendilerini temsil edecek iyi bir konuşmacının olmaması, konuşanların da durumu heyecandan kısa ve öz bir biçimde aktaramaması söz konusu. Haber yayınlarında hep sona kalan ve fikirlerini açıkça beyan edebilen akademisyenlerin konuşmalarına zaman kalmaması ise apayrı bir konu.
Öncelikle BBC’nin ana haber bülteninden bahsedeceğim. Oldukça kısa geçilen haber bana göre neredeyse tek taraflıydı. Erdoğan’ın “laf salatası” açıklamasını takiben Taksim meydanından bir muhabir görüntüler eşliğinde konuştu. Gezi Parkı’nı temizleyen, polise direnen görüntülerden ziyade vandalizm odaklı görüntüler vardı. Polisin barışçıl eylemlere saldırmasından çok agresif davranan öfkeli kalabalıklar ön plandaydı. Dolayısıyla izleyiciler için çok farklı bir çerveve kondu.
Diğer bir mesele de ‘revolution’ kelimesinin iki farklı haberde tekrar etmesi. Bu noktada Türkçe karşılığı devrim olan bu kelimeyi İngilizce aslıyla yazmamın önemli bir sebebi var. Bizim gibi anası babası İstanbul’da, Ankara’da polis şiddetine maruz kalmış bir jenerasyonun ‘devrim’ düşüncesiyle daha geçen sene isyan ve yağmayla çalkalanan bir İngiltere’nin ‘revolution’ düşüncesi arasında dağlar kadar fark olduğunu düşünüyorum. TKP üyesi bir gençin “Of course I am a revolutionary” demesinden sonra “We are here for revolution” diyen bir protestocu tahminimce yabancı izleyiciler tarafından beklenildiği gibi karşılanmayacak. Vandalizm odaklı görüntüler eşliğinde böyle haberler takdir edersiniz ki bambaşka bir hal oluyor. Azıcık gerçekçi düşündüğümüzde hakiki bir devrimden oldukça uzak olduğumuzu düşünüyorum. Kırılma noktasındayız, o kesin, ancak devrim yerine daha pasif ve ideolojiden uzak eylem, protesto, direniş gibi kelimelere odaklanmalıyız. İsyan ediyoruz ama bunun barışçıl bir direniş olduğunu her daim nitelememiz gerek, özellikle yabancı medya muhabirlerine.
BBC yayını ayrıca Newsnight isimli programında bu olaylardan bahsetti. Programın sunucusu Jeremy Paxman sorularını doğrudan, olabildiğince açık ve bazen sert bir şekilde sorabilen, cevapları da aynı şekilde bekleyen bir gazeteci. İlk konuk İstanbul’dan haber yapan BBC Ekonomi Editörü Paul Mason belki de konuya hakkını verek tek kişiydi. Haberin birebier aynısı olmasa da İngilizce’sini buradan, Türkçe’sini de buradan okuyabilirsiniz. İkinci konuk AKP’den Mevlüt Çavuşoğlu, sorulan sorulara cevap vererek değil, sorulardaki yanlışlıkları düzelterek başladı. Erdoğan’dan iyi bildiğimiz retorik bir strateji bu. Sorulardan memnun değilseniz ya da verecek iyi bir cevabınız yoksa en iyisi sorunun getirdiği hataları ortaya çıkartmaktır. Paxman’ın özür dilemesi üzerine de soruyu dikkate almayıp kendi bildiklerini okudu. Bunları yaparken de robot gibi ezberlenmiş bir takım cümleler tekrarlandı. Bu noktada AKP’li konuşmacının biraz sonra konuşacak olan protestocuyla arasında çok ama çok önemli bir fark var. Çavuşoğlu ödevini yapmış: kendisine yöneltilecek soruları önceden bildiği gibi onlara verecek cevapları da hazır. Keza verdiği cevaplar daha önce CNN’de verdiği cevaplarla kelimesi kelimesine aynı (dileyenler iki farklı röportajın görüntülerini bulup karşılaştırabilirler). İki açıklamada da konuyla doğrudan bir bağlantı yerine yalanlama ve inkar eden Çavuşoğlunun “laf salatası” stratejisi temelde şöyle: Gezi Parkına AVM yapma planı yok, ağaçların kesilmiyor taşınıyor, polis artık orantısız güç kullanmıyor, Erdoğan demokratik bir şekilde seçilmiş bir başbakan...
Söylenenler tanıdık geliyor değil mi? Çünkü bizi uyutmak için devamlı tekrar edilen basmakalıp sözler. Yazının başında bahsettiğim “laf salatası” stratejisi bu, bizimle konuşulmuyor, bize konuşuluyor, suç atılıyor, söylediklerimiz inkar ediliyor, gerçekler çarpıtılıyor. Ancak söylenenlerin hepsi kolayca cevap verilicek konular. Örnek olarak alkol meselesini ele alalım. Çavuşoğlu şuna yakın birşey söylüyor: “Alkol yasağı diye birşey yok, kısıtlamalar var. Uluslararası standartları getirmeye çalışıyoruz.” Düpedüz saçmalık ve harika bir “laf salatası” örneği.  Söylenen her cümle üzerinde biraz daha düşünürsek söylemek istediğim retorik strateji daha açıkça anlaşılacak.  İnceleyelim.
“İngiltere’de bile publar 10-11 gibi kapanır.” (Çavuşoğlu BBC’de söylemişti) Ne münasebet! Türkiye’de çay bahçesi neyse İngiltere’de pub odur; eğlence mekanı olmasının yanında sosyalleşme yeridir, her sokakta bulunur. Bu sebeple bazıları gürültü yaratmamak amacıyla erken kapanabilir. Ancak sokaktaki pub kapandı diye o saatten sonra ülke genelinde alkol tüketimi yasaklanmaz. İçki içmek isteyen gece kulübüne gider, illaki açık bir bar vardır ya da açık bir dükkandan alır sokakta içer. Üstelik İngiltere’de tren, otobüs ve metro gibi toplu taşıma araçlarında isteyen içkisini yudumlar, taşkınlık çıkmadığı sürece de kimse birşey demez.
Reklam konusu. İskoç’ların “single malt” viskisi, İngiliz’lerin de “ale” birası meşhurdur. Dünyaya duyurmak isterler. Markaların reklamları her televizyon kanalında, sinemada, gazetede görülür. Eğlence mekanlarına sponsor olurlar. Müzik dinlenirken içki içilir, içki içerken müzik dinlenir. AKP ikisinden de anlamadığı gibi anlayanı da rahatsız etmektedir.
Okul etrafında içmek. Çalıştığım üniversitede alkol tüketme yaşı vardır ancak üniversite içinde öğrenciler tarafından yönetilen bir dükkanda sayısız bira ve şarap satılır. Tekrarlıyorum, öğrenciler tarafından yönetiliyor. Her satılana da 18 yaş üzeri olmasınden emin olmak için yaşı sorulur. Saat kısıtlaması da bildiğim kadarıyla yoktur.
Görüldüğü gibi AKP’nin kullandığı “laf salatası” retoriğini çocuk kandırmaya eşdeğer bir söylem yolu. Araya serpiştirilen abuk subuk açıklamaların da bulunduğu, bizi asıl meseleden uzaklaştıran bir retorik. Bu yüzden konuya geri dönüyorum.
Çavuşoğlu’nun uyguladığı “laf salatası” taktiği Paxman’ın sorularını hafifletti ancak gerekli cevaplar protestocular tarafından Paxman’a veril(e)medi. Çünkü sonrasında konuşan protestocunun konuşması açık değildi, basit değildi ve gerçekleri ortaya çıkarmakta güçlük çekti. Heyecandan basit sorular anlaşılmadı, soru anlaşılınca başka konularda konuşuldu. Erdoğan’ın tutumunu anlatmak için “discourse,” “mentality” gibi içi boş akademik kelimeler kullanıldı. Yerine basit, halkın kelimeleriyle cevap vermek gerekiyordu. Aksan sorunları yaşandı, cümleler yerine “aaa,” “uuu” gibi parasitik sesler mikrofonu boğdu.
Diğer bir konu da AKP’linin hazırlıklı, direnişçinin ise pek hazırlıklı olmamamasıydı. Bu tip röportajlarda zaman kısıtlıdır, sorulacak soru bellidir. En basiti “Siz kimsiniz?” en bekleneni de “Amacınız ne? Bu eylemden ne bekliyorsunuz?”dur. Bunların cevaplarını olayları uzaktan takip eden bana vermek düşmez, ama madem başladık kısaca konu başlıkları geçelim.
Polis Şiddeti. Gezi Parkı olaylarının nasıl başladığını her daim hatırlatalım. Sabah 5’de barışçıl olarak gerçekleşen bir eylem üstüne göz yaşartıcı bomba atılması, çadırların yakılması, orantısız güç, dövülenler, yaralananlar… Sosyal medya delilleri oluşturmaktadır, açıkça belirtmeliyiz. Emniyet müdürünn, valinin, içişleri bakanının istifasını bekliyoruz.
Marjinallik. Bu çok yazıldı, çok tartışıldı, çok da dalga geçtik. Bence işimize yarayan birşey söylendi. Sosyal medyadan anladığım kadarıyla eylemde bulunan TKP, LGBT, Devrimci Müslümanlar gibi ‘marjinal gruplar’ mevcut. (Bu grupları kesinlikle ötekileştirmek için değil, sayıları göreceli olarak az olduğu için yazıyorum.) Ancak Gezi Parkı direnişinin en önemli tarafı marjinal görünen grupların Atatürk’çü teyze, esnaf amca, futbol taraftarı genç ve çevreci liberalle beraber olup tek bir paydada birleşmesi. Birlik ve beraberliği güç olarak algılamalı, siz kimsiniz sorusuna böyle cevap vermeliyiz.
İdeoloji. Partiye mensup değiliz, peki ya ideolojimiz? Özgürlükten yana olmak, baskıcı rejimlere karşı olmak da bir ideolojidir. Çekinmeden söylemeliyiz.
İfade Özgürlüğü. Türkiye bundan önce de gazeteciler için bir cehennemdi. Biliyorduk, pek takmıyordur. Midnight Express filmi bize sorulduğunda “Artık öyle değil” diyip geçiştiriyorduk. Artık işin ciddiyetinin farkındayız. Tarafsız bir medya istiyoruz, gazeteciler hapsolsun istemiyoruz. Toplumda örnek olabilecek kimselerin taşlanmadan, vurulmadan, yargılanmadan konuşabilmesini istiyoruz.
Demokrasi. Türkiye’nin %52’si AKP’ye oy vermişse %48’i de oy vermemiş demek değil midir? Madem ısrarla demokrasi konuşulurken rakam veriliyor, hatırlatalım, Türkiye seçimlerinde %10 barajı diye birşey vardır ve elin İngiliz’i bundan haberdar olmayabilir. Türkiye demokrasisinde halkın %10’u senelerce dil, din, ırk ve diğer sebeplerle yok sayıldı, hala da yok sayılıyor. Demokraside böyle şey olmaz, varsa demokrasi değildir.
Faşizan Tutum. Bundan kastım son zamanlarda kamuoyu tepkisine rağmen ısrarla gerçekleştirilen toplumsal projeler ve Erdoğan’ın suni gündem yaratırken bile vazgeçmediği kaba ve aşağılayıcı açıklamalar. Avrupa’da bize boşuna barbar demiyorlar. Seçilen ve bizi temsil etmesi gereken bir başbakanın kullandığı üslup düpedüz edepsizlik. Bizi yatıştırmak yerine iyice köpürtüyor. Öte yandan Gezi Parkı direnişinin 10 tane ağaç hakkında olmadığını tekrarlıyoruz, peki nedir? Son seçimlerden bu yana elimizde sayısız koz bulunuyor: Uludere katliamı, Reyhanlı terörü, üçüncü köprü yapımı, üçüncü havaalanı projesi, nükleer enerji santrali, Emek sineması, alkol kısıtlamaları, kürtaj meselesi, tutuklanan gazeteciler ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü diğer skandal. Gezi Parkı direnişi böyle bir tarihsel sürecin son damlasını oluşturuyor.

Newsnight programının üçüncü konuğu London School of Economics’de öğretim görevlisi Dr. Ayça Çubukçu’ydu. Güzel konuştu, ancak zaman çok kısıtlıydı. Paxman’ın tekrarladığı soru Türkiye’nin demokrasi olması ve neden bu protestoların sandıkta gerçekleşmemesiydi. Çubukçu buna cevap olarak Gezi Parkı direnişinin demokrasiye kavramına has bir sorunu ortaya çıkarmasından bahsetti, çoğunluğun zorbalığından, %50 seçimle iktidara gelmiş bir partinin böyle bir gücü nasıl kullanabileceğinden bahsetti. Kapatırken de benim ilgimi çeken birşey söyledi: Gezi Parkı direnişi doğrudan demokrasi deneylerinin yapıldığı bir mücadele. Bu noktada kendisine katılıyorum, bu deneyleri daha sık yapmalı ve sonuçlarını incelemeliyiz.
Daha önce belirttiğim gibi Cumhuriyet tarihinde ilk defa birbirinden bu kadar farklı gruplar bir araya geldi. Gezi Parkı direnişi çok-sesli, çok-dinli, çok-dilli, çok-cinsiyetli, çok-ırklı, çok-taraftarlı bir mücadele. Hal böyleyken birbirimizi dinlemeli ve anlamaya çaba sarfetmeliyiz. Gezi Parkı temizlendiğinde ortada konuşma kürsüsü kuruldu gibi bir fotoğraf dolaşıyordu, sonra bir daha ortaya çıkmadı. Bu tip mekanizmalarla gruplar arasındaki diyalog güçlenmeli. Bu direniş kendini tanımlamakta güçlük çekiyor olabilir, çoğunlukla ne olduğumuzu söylemek için ne olmadığımızı ifade etmemiz gerekiyor da olabilir.  Belli ki temel konularda hemfikiriz ve yüzbinlerce insan kaç gündür sokaklarda bu yüzden buluşuyor. Geriye kalan ayrılıkları kültürel zenginlik olarak görmemiz gerekiyor.

Her yer Taksim
Her yer Direniş

~ Emre Çağlayan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder