9 Haziran 2013 Pazar

Gezi Parkı, ya da vaka-yı hayriye

Bu kadar sarsıcı ve çok yönlü bir olayın incelemesini yapmak oldukça zor. Ancak yeterince destek olduğuma-ve olmaya devam edeceğime-inandığım için ve şu anda eylemin kendisi meşruiyetini koruduğu ve onaylanmaya devam ettiği için, ben bazı çarpık noktaları dile getirmeyi uygun buldum. Bu yazıda gerek eylemci profilinin, eylem bölgesinde yer alan "ideolojik" kampların bir eleştirisini yapmayı hedefliyorum-tabii kendimi de işin içine katarak.

Buna geçmeden önce kendi açımdan bu eylemin neden bu kadar büyüdüğünü ve şahsen neden destek olduğumu açıklamak istiyorum. Bu olayın 3-5 ağaç hakkında olmadığını anlamak için aslında benim desteğime bakmak hükümet için kafi olabilirdi. Bilen bilir, pek çevreci bir insan değilim, olaylar büyüyene kadar da gezi parkındaki direnişi uzaktan uzaktan izliyordum. Ancak ne zaman ki sabahın köründe bir "baskın" yapıldı, bende şalterler attı. Bu noktada, polisin bir süredir devam ettirdiği orantısız güç kullanımına dair tutumu "tavan yaptı" diyebilir miyiz? Bu bence çok doğru olmaz, polisin bu tavrı senelerdir süregelen, artık sıkıcılaşmış, alışılagelmiş birşeydi. Mesele biraz bu eylemin yapıldığı "yer"le ilişkili gibi geliyor bana. Bu polis şiddetinin "burada", yani hep gittiğimiz yerde, yani "dibimizde" yapılması birçok insanı rahatsız etti bana kalırsa. Bunun yanısıra eylemi başlatanların profili de gelen tepkide etkili oldu kanımca. "Çevre" kaygısı, partilerarası bir siyasetin üzerinde, daha "nötr" bir yerde durmakta diyebiliriz. Korkarım Kürtlerin veya solcuların polis şiddetiyle karşılaşmasına alışmışız hepimiz-böyle nitelenemeyen bir grubun da bu şiddetten nasibini alması belki de olayın vahametini herkese göstermiş oldu. Ve umuyorum ki bundan sonra polis şiddetiyle karşılaşılan her yerde, eylemci kim olursa olsun, buna benzer bir tepki gösterilecektir. Velhasıl, benim bu eyleme verdiğim desteğin temelinde polis şiddetine karşı olmam ve eylem yapma özgürlüğünü savunmam var. Çevreye dair kaygılar bana ikincil geliyor artık.

Hükümet demokratik taleplere samim yaklaşıyorsa yapması gereken şeyler çok basit: bütün parklarda, meydanlarda, sokaklarda izin falan alınmadan gösteri-yürüyüş-protesto düzenleme hakkına dair bir yasa tasarısı hazırlamak. "Gidin Kazlıçeşmede yapın" demekle olmaz, eylem yapılacaksa istenen yerde, istenen şekilde yapılacak. Merkezi otoriteye danışılarak yapılan eylem, bir protesto mahiyeti taşıyabilir mi zaten? Yapılması gereken bir diğer şey de şu: şiddet olayı olmadığı müddetçe polisin bu tarz toplantılara herhangi bir şekilde müdahale etme yetkisini ortadan kaldırmak. Üçüncüsü de, seçim vaadiniz, ihaleler, anlaşmalar vesaireler ne olursa olsun, bir bölgede-hele ki taksim meydanı gibi bir yerden bahsediyorsak-yapılacak her türlü değişiklik, o bölgede yaşayanların rızası olmadan yapılmamalı. Bu bağlamda temsilci meclisi mi oluşturulur, mini referandumlara mı gidilir orasını bilemem. Daha geniş bir çerçevede ise, bireysel haklar konusunda verilmesi gereken bir sınav var, gerek bu hükümetin, gerekse bundan sonra gelecek bütün hükümetlerin, o da şudur: hangi değerlerle, inanç sistemiyle, etnik kimlikle yaşayacağım yalnızca beni bağlar. Alkol tüketiminden çocuk doğurmaya, kürtajdan din ve dil eğitimine, cinsel tercihten askerlik hizmeti yapmaya, bireyin temel kimliğini ve değerlerini ilgilendiren hususlarda devletin müdahale hakkı yoktur-tam tersine, devlet bu farklı kimlik ve değerlerin yaşatılmasından ve korunmasından birinci derecede sorumludur.

Bu hükümet bu adımları atar mı, bilmiyorum, sanmıyorum. Birkaç gündür yapılan açıklamalar, özellikle Erdoğan'ın açıklamaları bu adımların tam tersi yönde. Hükümetin diğer temsilcilerinden gelen açıklamalarsa sade suya tirit kıvamından öteye gidememekte. Bu ters adımların her biri Gezi Parkı direnişinin önemini ve meşruiyetini bir kat daha arttırmakta, şüphesiz. Ve doğru yönde adımlar atılana kadar sanırım biz artık eskisi gibi olmayacağız-ya da olmamalıyız.

Şimdi gelelim biz eylemcilerin yanlışlarına. Bir kere, gerek sosyal medyada olsun, gerekse gezi parkının içinde olsun, eski siyaset yapma alışkanlıklarının sürdüğünü görüyorum ve muazzam üzülüyorum. Karşımızda çok yeni bir direniş biçimi, çok yeni bir örgütlenme şansı varken o eski küçük gören, düşmanlaştıran, anlamaya çalışmayan siyaset dilini-bu bir bakıma hükümetin ve Erdoğan'ın da kullanmakta olduğu dildir- tekrar ediyor olmak biraz utanç verici doğrusu. En başta "Türk önde Türk ileri" lafının geçtiği bir marşı kullanmak, Türk bayrağı ya da üzerine kalpaklı Atatürk fotorafı monte edilmiş bayrak taşımak bence bu eylemin ruhuna ve hedefine aykırı. Bu eylemin başlama sebebi ya da bağlı olacağı ideoloji kemalizm olamaz, olmamalı. Tabii burada yasaklansın, gelmesinler, kovalım falan demiyorum. Ancak artık farkına varsınlar ki eski ezberlerle yeni siyaset yapmak mümkün değildir. Burada trajik olan, toplumun büyük bir kesiminin yeni siyasi söylem üretmektense eskiye sarılmayı tercih etmesi. Bunun sebebi de malesef yeni bir siyaset yapma tarzının bu topluma hiç"öğretilmemiş" olması. Nasıl öğretilebilirdi? Bunun cevabı da zor, ancak muhalefet partilerinden başlanabilir sanırım. Eğitim-öğretim müfredatından da başlanabilir. Dünyadaki diğer örgütlenme-siyaset yapma biçimleri örnek alınabilir. İnsanlar kendileri için düşünmeyi öğrenseler yine de marşlara, bayraklara, idollere ihtiyaç duyarlar mıydı? Burada aslında eleştirdiğim kemalist düsturun bir benzerini de ben yapıyor gibiyim, sonuçta benim önerim de "eğitim şart" noktasına geliyor. Ancak bu eğitime pozitif bir içerik sağlamaktansa, insanların kendi kimlik ve değerlerini kendi ürettikleri özgün politik söylemlerle ortaya koyma olanağının sunulmasından bahsediyorum. Yani "insanlar şöyle düşünmeli" demektense "insanlar doğru düzgün düşünmeyi öğrenmeli" demek istiyorum. Neyse bu çok uzun ve ayrıntılı bir tartışma, o yüzden atlıyorum.

Şimdi denecek ki, orada Öcalan posteri de var, Hrant Dink sokağı da var, Bolşevikler bile var..Kemalizm neden olmasın? Sanırım burada bir "kapsam" sorunu mevcut. Kemalizm bizzat devletin şeklini ve kuruluş ruhunu yansıtan, onu sahiplenen, ve ona geri dönmeyi hedefleyen bir ideoloji. Yani "kapsamak" istiyor, kapsayamadığını da dışarıda bırakmak istiyor. "Makarna-kömür" muhabbetinin yavaş yavaş yeniden ortaya konulduğunu görüyoruz örneğin-bu çok tipik bir kemalist refleks. Bu anlayışa göre "cahil" halkın kendi ideolojik belirlenimleri doğrultusunda siyasi tercih yapma yetisi yoktur-onlar "aydınlanmamış"lardır, makarna ve kömürle kandırılmışlardır. Onları yeniden seküler bir biçimde eğitmek ve mustafa kemal'in askerleri yapmak gerekecektir. Tabii AKP'ye oy veren zengin kesimin makarna ve kömürle nasıl kandırıldığını anlamak biraz zor olabilir. Olsun, onların da elbette bir "çıkarı" vardır, rant peşindedirler. Sanki diğer siyasetler "çıkar" üzerinden yapılmamaktadır da, onur için, şeref için falan yapılmaktadır, en azından Kemalizmin iddiası bu yöndedir. Oysa Kürtler veya Ermeniler böyle bir kapsama girişiminde değiller, onlar yıllardır "tanınmak" istiyorlar, seslerini duyurmak, kemalist devlet tarafından daha kuruluş aşamasında ellerinden haklarını savunmak istiyorlar. O yüzden bu kesimlerin gezi parkında "ortaya çıkması" ve seslerini duyurması oldukça mühimdir. Bana öyle geliyor ki bu gruplar için AKP seçmeni koyun değil, sadece rakip. Ve onlara yaşam hakkı tanındığı müddetçe AKP seçmeniyle de bir sorunları olmayacaktır. Kemalizm bu "kapsayıcılık" ve küçük görme reflekslerinden kurtulabilir mi? Zannetmiyorum, yapısal olarak imkansız geliyor.

Gezi Parkının kazanımı ortadadır. Geriye kalan sorun, AKP seçmeniyle nasıl konuşulacağı sorunudur, çünkü onları ikna etmeden bu ülkede köklü bir değişikliğe gitmenin yolu bence pek yok. Onlarla konuşmak ise "siz koyunsunuz" demekle olmayacak. Kendi siyasi tercihlerimiz ne kadar samimiyse, onların siyasi tercihlerinin de o kadar samimi olduğunu varsaymak durumundayız. Bu, diyalog kurmak için asgari bir beklentidir bana kalırsa. Bu diyaloğu kurmaya AKP seçmeni ne derece yatkın? O da oldukça şüpheli elbette-özellikle eylemin ilk günlerindeki tavır ya görmezden gelme, ya "dış mihrak" arayışı ya da "çapulcu-ayyaş" gibi dışlayıcı söylemlerle geçti. Ancak bu eylem gösterdi ki ütopik olana çok uzak değiliz. Ve eminim ki gerek eylemciler arasında, gerekse AKP seçmeni arasında bu diyaloğu kurmak isteyenler vardır.

Değinmediğim bir nokta olduğunun farkındayım, o da Gezi Parkı dışında kalan eylemler, yani Ankara, İzmir, Adana, Hatay ve daha bir sürü yerdeki eylemler. Bundan bahsetmememin sebebi oralardaki eylemlere katılmamış olmam ve dolayısıyla oradaki eylemci profilini ve olayların nasıl patlak verdiğini Gezi Parkı kadar iyi bilmiyor olmam. Yine de iki ihtimal var gibi: Ya eylemcilerin bir "saldırısı" söz konusu-ki çoğu AKP yanlısı bunu iddia etmekte-ya da barışçıl bir biçimde toplanan kalabalığa polisin bir kez daha orantısız güç kullanımı söz konusu. Eh, hangi ihtimalin daha kuvvetli olduğunu tartışmak muhtemelen yersiz, ikincisinin birinci yanında çok daha güçlü olduğunu şu son hafta içindeki tecrübeden bilebiliriz. Ancak çatışmaların devamında sanırım diğer illerde, gezi parkındaki gibi bir "yerelleşme" ve "yerleşme" hareketinin başarılamamış olmasının katkısı var.

Şimdilik burada bitireyim. Temennim odur ki diğer illerde de Gezi Parkının "şubeleri" kurulsun, kurtarılmış bölgeler gibi, ve bu yenilik ve değişim rüzgarı-toplumun devletle ve hükümetle hesaplaşmasının, taleplerini doğrudan iletmesinin yolları-ülkenin her tarafına yayılsın. Bu hükümet de ya bu taleplere kem küm etmeden cevap versin, ya da yerini cevap verebilecek bir hükümete bıraksın.


Umut

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder