I
Yapılması gerekenlerden
dem vurarak başlamayacağım bu yazıya. Bu yazı, yapılması
gerekenleri yapamayanların/yapmayanların dünyasında kaleme
alınıyor. Öncelikle müsaade edin, ne yapılması gerektiğiyle ne
yapılabileceği/yapıldığı arasındaki problematik bağı tartışarak
başlayayım yazıma:
Ne yapılması gerekene
dair olan düşünce (ya da felsefe) ile eylem (ne
yapılabileceği/yapıldığı) arasındaki uzlaşmazlık Hegel
tarafından şu şekilde zikredilmiştir:
Felsefe,
dünyanın nasıl olması gerektiğine dair somut önerilerini,
meydana geç çıkmasından mütevellit aktaramamıştır. Felsefe,
kasvetli resmini çizedursun hayat çoktan yaşlanmıştır. Mevzu
bahis hayat, çizilen kasvetli resimle canlandıralamaz; ancak
kavranabilir, anlaşılır kılınabilir. Minerva'nın baykuşu
kanatlarını açıp uçmaya ancak akşam karanlığında başlar.[1]
Şüphesiz Hegel
Minerva'nın baykuşu sembolizmi ile bilgiden, yani somut eylemlere
(praxis) pusula görevi ifa edecek olan teoriden dem
vurmaktadır. Bu bakış açısını Gezi Parkı direnişine
uyguladığımızda elimizde eza uyandıran bir fatalism kalıyor:
Eylemi gerçekleştirirken bunun ne anlamlar yarattığını/yaratacağını
bilmiyorsak direniş neye/kime yarar? Eylemin mahiyetini ancak
gelecekte kavrayabiliyorsak; tüm bu olanların mânâsı ancak
gelecekte çözülebilecekse direniş ile şimdinin/şu anın
arasındaki bağ nedir? Neden tevekkülle başımızı eğip
kendimizi tarihin gebe olduklarına emanet etmiyoruz? Özellikle son
sorunun altını çizmek istiyorum. Nitekim bu yazı başların neden
eğilmediği; devletin uyguladığı orantısız güç sonucunda beli
bükülmüş, çocuktan yaşlısına onca insanın nasıl olup da
umutlarını muhafaza etmeleri gerektiğiyle alakalı olacaktır.
Aslına
bakarsanız yazı süresince sıralayacağım argümanlar bir temel
önerme etrafında şekilleniyor: Başbakan Erdoğan ve kurmayları
tarafından çapulculuk veyahut vandalizm ile suçlanan eylemcilerin
aslında demokratik idarenin mihenk taşını oluşturan “akl-ı
selim” ile hareket ettiği düşüncesidir bu. Akl-ı selim
kavramıyla Batı'daki demokrasi tarihinde çok önemli bir yer işgal
eden sensus communis
kavramına gönderme yapmaktayım. Yıllardan beri kendisini
“demokratik muhafazakâr” olarak tanımlayan Erdoğan'ın
gözünden kaçan nokta kendisini konumlandırdığı muhafazakâr
düşünce eğilimine dahi zıt yönde hareket ettiği hakikatidir.
Edmund Burke'ün Fransız İhtilali'ne ilişkin eleştirilerinin
sensus communis
fikrini esas aldığını unutmamamız gerekiyor. Halkın (ya da
Erdoğan'ın gözüyle – bir kısım zümrenin) dile getirdiği
talepler belirli bir tarihselliği olan, farklı iletişim
vasıtalarıyla toplumun nüvesine sirayet etmiş temel hak ve
hürriyetler üzerine inşa edilmiş düşüncelerdir. Erdoğan'a
hatırlatılması gereken üzerinde sıklıkla durduğu cemiyet
fikrinin salt dinsel birleşimden ibaret olmadığıdır. İcma
(birleşim, toplanma) kökünden türeyen cami kelimesine kutsiyet
temelini sağlayan insani dayanışmanın, icmanın bir diğer mânâsı
olan “fikir birliği”nde hor görülmesi, böylesine zulümlere
maruz bırakılması nasıl izah edilebilir?
Burada
bir es verip sizlerle önemli olduğunu düşündüğüm bir
paradoksu tartışmak istiyorum: 31 Mayıs Cuma günü, eylem
çağrısına icâbet ettiğim ilk günün sonrasında direnişe omuz
veremedim. Cismen orada değildim. Ancak şu an, tüm kusurlarıyla
yazıya döktüğüm düşüncelerim, Başbakan Erdoğan huzurunda şu
şekilde algılanırdı diye düşünüyorum: Bu direnişe katıldığım
için potansiyel bir “çapulcuyum” (ya da) bu direnişe sonraki
günlerde destek veremediğim için başlangıcında bu direnişin
“terörizm”e dönüşümünü idrak edebilecek ampirik
kanıtlardan yoksunum. Bu durumda ya pejoratif imaları olan bir
yaftalamayla “çapulcu” oluyorum ya da eylemlerin “terörizm”e
dönüşümünü salt orada ol(a)madığım için fark edemiyorum.
Öyleyse ya çapulcuyum ya da teröristim: Nitekim ya eylemlerin ne
anlama geldiğini bilmiyorum ve yapmaya devam ediyorum ya da biliyor
ve bilmeye rağmen devam ediyorum. Nitekim Erdoğan'ın bakış
açısına göre terörist olabilmek için bu niteliksel değişimin
farkına varmam gerekiyor. Bu durumda, bu olanları tüm detaylarıyla
bilen (omniscient)
Erdoğan, bu direnişin sürmesine negatif
yollardan (açık veya üstü örtülü tehditlerle, hakir gören
ifadelerle, tepeden bakan üslubuyla vs.) destek olurken “terörist
başına” dönüşmüyor mu?
II
Kelimelerimi
ve düşünce zincirini mütebessim takip ederken aklıma Slavoj
Zizek'in “fıkra”larından birisi geliyor: Adamın biri Doğu
Almanya'dan Sovyet Rusya'ya çalışmak için gönderiliyor.
Mektuplarının okunacağını ve sansüre maruz kalacağını
bildiği için arkadaşlarına bir kod geliştirdiğini söyleyip
onlarla bunu paylaşıyor: 'Size gönderdiğim mektup mavi mürekkeple
kaleme alınmışsa bilin ki söylediklerim doğrudur. Kırmızıyla
yazılmışsa bilin ki doğru değildir'. Belli bir süre geçtikten
sonra arkadaşları ilk mektubu alırlar. Mavi mürekkeple kaleme
alınmıştır ve mektupta şöyle yazar: 'Burada her şey mükemmel
ve olması gerektiği gibi. Alışveriş merkezinde leziz yiyecekler
var. Sinemalar Batı'dan harika filmler gösteriyor. Apartman
daireleri geniş, ferah ve lüks. Satın alamadığın tek bir şey
var – kırmızı mürekkep.” [2] Bir önceki paragrafta
uyguladığım mantık silsilesi ve bu jimnasiğe içre istihzanın
çıkış noktasını işte bu “kırmızı mürekkep” üzerinden okumalıyız. Gülmek zorundayız (!) çünkü
Başbakan Erdoğan'ın trajikomik belagatlarına vereceğimiz cevabın
bir polemiğe dönüşemeyeceğini
biliyoruz. Nitekim Erdoğan ile sözlü bir münazaraya, salt
düşünceler ve fikirler bazlı bir savaşa (polemos)
girişmenin imkansız olduğu apaçık ortada.
Sosyal
medyanın muhtelif kanallarında ortaya çıkan olağanüstü
yaratıcı espriler, tekerlemeler ve genel anlamıyla absürd, işte
bu mevcut olmayan kırmızı mürekkebin mavi vurgusudur.
Muhalefetin imkansızlığını dolduran “boşluktur”. Penguen
dergisinin geçen haftaki sayısında hicvettiği mizansen tam da buna
delalet etmektedir:
Erdoğan
bu sloganları, duvar yazılarını, grafittileri okuyamamaktadır
çünkü özgürlüğün dilini konuşmayıp salt özgürlük ve
demokrasiden dem vuranların özgür olamamanın hicivsel semantiğini
çözümlemesi mümkün değildir. Ne ilginçtir ki bunun için
sağduyu, akl-ı selim – yani sensus communis
gerekmektedir. Espriyi kavrayamamıştır Erdoğan.
Bu yüzden “demokrat muhafazakar” olma fırsatını da kaçırmış
gözükmektedir.
III
Salt
görünüşte hiçbir mânâsı olmayan bu sloganlar, içeriğini
okumayı bilen direnişçiler için sebatkâr dayanışmanın
zeminini oluşturmakla kalmıyor, özgürlüğün susturulmuş
sesinin ifade bulabileceği bir “fıkraya” dönüşüyor. Pekala
Erdoğan'ın bu “sosyo-kültürel hiyeroglif” karşısındaki
vaziyet ve tutumu nasıl yorumlanabilir? Kanaatimce Erdoğan içinde
bulunduğumuz koşulları çarpık bir Hegelyen prizmadan süzerek
kavramaktadır: Ona göre “Gerçek olan Rasyoneldir ve Rasyonel
olan Gerçektir.” Erdoğan, hiçbir mânâ bulamadığı, hem
içerik hem de form bakımından irrasyonel gördüğü bu sloganları
elbette Gerçek olana ve Gerçek olanın raptiyelendiği, kapiton
noktası (le point de capiton)
işlevini
gören kendisine yöneltilmiş bir tehdit olarak algılamaktadır.
Gerçek, Erdoğan'ın mutlak otoritesine ve himayesine ihtiyaç
duymaktadır; benzer şekilde Gerçek olanın sindiremediği
çapraşık, metnin dışına taşan, mânâ bütününü bozan
marjinal unsurlar
Erdoğan'ın “kucaklayıcı” şefkatine layık olamamaktadırlar.
Bu tür unsurların lokalize olduğu apse (bkz. Gezi Parkı)
karantinaya alınmalı, cerahat ivedilikle boşaltılmalı,
homeostazi çabuk bir şekilde (acilen değil – a la alemdar) tesis
edilmelidir.
Kabul
edilmelidir ki kendini toplumun tüm üyelerini kucaklayan, yüzde
ellinin değil yüzde yüzün partisi olan AKP'nin “ideoloji üstü”
lideri olarak lanse eden Erdoğan'ın eylemleri sözleriyle endişe
verici bir tezat oraya koymaktadır. Ancak bu “yalancılık”
veyahut “sözünde durmama” şeklinde yorumlanmamalıdır;
nitekim bu türden bir okuma Erdoğan'ın içinde bulunduğu durumu
insani/psikolojik bir kusura dayandırarak olası bir
iyileşme/düzelme fikrini her daim canlı tutar. Erdoğan'ın temsil ettiği ve sadece kendisinin vahyedilen Gerçek, MHP'nin veya CHP'nin saklamaktan
çekinmediği milliyetçi ideolojiden daha sinsi ve girift bir yapıya
sahiptir. İdeolojinin tepe noktası, “ideolojik” bir dünya
görüşüne sahip olunduğunun kabul edilip muhteva edilen
unsurların (örneğin devletçilik, milliyetçilik, inkilapçılık,
vb.) rakip “ideolojiden” daha kıdemli veya değerli olduğunun
dile getirildiği an değildir. Böylesi bir okuma olsa olsa naif bir
analizden ibarettir. Aksine mezkur tepe noktası ideolojinin topyekûn
reddedildiği âna; yani sosyal dünyanın tasnif ve tefsirinin
tarafsız, objektif veyahut salt pragmatik vasıtalarla dile
getirilebileceği yargısına içre gözükmektedir. Erdoğan kabul
etmese de “boğazına kadar” ideolojinin içine batmış
durumdadır. Bu durumda devlet ile ideoloji arasındaki bağın
kavranması uygulanan baskıların mahiyetini kavramamıza yardımcı
olmaktadır.
Devlet
aygıtı (apparatus) kendisini yenilemek ve tekrar tekrar
husule gelmek için tüm imkanları seferber eder. Bunlardan en
önemlisi Devlet aygıtının (apparatus) tahakküm yoluyla
(vahşice kullanılan fiziksel güç, idari emirler ve yasaklar,
gizli veyahut açık açık icra edilen sansür) İdeolojik Devlet
Aygıtlarının eylemlerini gerçekleştirmesini sağlayacak siyasi
koşulları muhafaza etmesidir. [3]
Gerçekten
de devlet bugüne dek tüm gücünü seferber etmiş, direnişi
kırmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Neticesinde
Başbakan Erdoğan'ın “normal” koşullarda sahip olmadığı
derecede güç, şu an içinde bulunduğumuz “olağanüstü”
günlerde emrine amade durumdadır. Son iki haftadır olanlar
ışığında Erdoğan'ın şu an itibariyle elinde bulundurduğu
gücü, yasal/idari kanallarla ve gerektirdiği koşullarda şiddete
başvurarak (kolluk kuvvetleriyle) “görünür” kılacağı ve
direnişin kökünü kurutmaya çalışacağı sonucuna ulaşabiliriz.
Kuşkusuz
bu manzara karşısında, yazımın başında da dem vurduğum türden
bir hayal kırıklığının veya karamsarlığın direnişe katılan
yüzbinlerce insanın üzerine çökeceğini kestirmek zor değildir.
Direnişin üzerine bina edildiği temel hak ve hürriyetler istenci
unutulmamalıdır ki otoriter ve tepeden inme bir dikey yönetişim
modelinden halk kitlelerin “kâile alındığı”, “dinlendiği”
yatay bir yönetişim modeline dönüştürülmesi talebiyle
pekişmiştir. Lakin hükümetin “dinlemekten” algıladığı
Gezi Parkı'na dikilen üç beş sembolik fidandan ibarettir.
Kuşkusuz bu ufunetli lütuf, yakın gelecekte kesilecek olan yüzbin
(100.000) (!) ağacın akıbetini haber etmektedir. [3]
Umutlarımızın
gerçekleşmesi ancak şimdi ve şu anla (hic et nunc)
irtibata geçmesi koşuluna dayanır; ancak bu zamansal dinamik
temelinde filiz verebilir. Umudu hayalden ayıran yegane unsur umudun ayaklarının yere basması, şimdi ve şu ana nüfuz etmesidir. O açıdan halkın sesinin bastırılması,
“kâile alınmaması” umutların “boşa çıkacağı/çıktığı”
endişesi yaratabilir. Ancak şunu unutmamalıyız ki dayanılması güç sıkıntılar, Goethe'nin de vurguladığı gibi, umudun gerçekleşmeye en yakın olduğu zaman dilimlerinde hasıl olur. [4] Büyük
olasılıkla şu son iki haftadır tüm olanaklarını seferber eden
biz direnenler yol gösterecek bir Çobanyıldızı arıyoruz bu
vakitlerde; bu yönlendirici pusulanın ışığında yürümek
istiyoruz. Ancak unutmamamız gereken, Ernst Bloch'ın da altını
çizdiği gibi, bilgi ile cesaretin terkip edilmesi durumunda
geleceğin bir kader olmaktan çıkıp bizatihi nüfuz ettiğimiz ve
onu buraya – 2013'ün nahoş yaz aylarına çektiğimiz
hakikatidir. [5]
Bu durumda geleceğin
bizden talep ettiği yegâne şey şiddete başvurulmamasıdır; direnişin stratejisi,
hükümetin ve Başbakan Erdoğan'ın “irrasyonel” olarak
addedeceği öngörülen hangi yol varsa, bu imkanların kullanılmasından ibarettir. “Duran Adam” politiko-enstelasyonu bu
prensip ışığında göz önünde bulundurulması gereken bir
örnektir. Devletin ve hükümetin temellük edemeyeceği her türlü
“marjinal” dil, şiddeti benimsemediği sürece mübahtır -
Laissez faire.
Bırakınız
güce sahip olanlar güce daha da sahip olsunlar. Lord Acton'ın
formülü gayet açıktır: Güç yozlaştırır,
mutlak güç tamamen yozlaştırır.
Bundan yaklaşık
iki-bin-beş-yüz yıl evvel Sofokles şöyle diyor:
İnsan
ki fani, saklamalıdır gözlerden talihi
Ve
vazgeçmelidir küstah nutuklardan.
Kader
ona gülünce hiçbir zaman inanmaz
Bu
refah bu saadet – elbet kaybolabilir bir zaman. [6]
Sayın
Erdoğan – Sizi, devletin tüm kurumlarını bu kan ve cerahat
üreten gençlik habisini ortadan kaldırmaya davet ediyorum.
Bilahare zat-ı şahanenizin ağır ve vakur yürüyüşüne iştirak
eden, kamburunuzdaki cânım hüthüt kuşları, Gezi Parkı'nın
kurşuni dallarına konacak; aleme şanınızı, mutlak iradeniz ve
zaferinizi şak şak şaklayacaktır. Sonun başlangıcı hayırlı
olsun. Gazanız/Geziniz mübarek olsun.
[1]
G.W.F.
Hegel, Philosophy
of Right
(London:
George Bell and Sons, 1896), xxx.
[2] Zizek bu fıkrayı Wall Street işgali sırasında aktarmıştır. Bkz: http://www.pubtheo.com/page.asp?PID=1681
(çeviri
benimdir)
[3]
Louis Althusser, On Ideology (New York: Verso, 2008), s. 24
(çeviri benimdir).
[4]
Ernst Bloch, The Principle of Hope (Cambridge: MIT Press,
1996), p. 193 (çeviri benimdir).
[5]
Ibid, p. 198.
[6]
Rudolf Bultmann, Primitive Christianity
(London: Collins, 1964), p. 134. Sofokles'in Niobe
adlı eserinden alıntılanmıştır (çeviri benimdir).
~ Bugra Yasin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder