21 Haziran 2013 Cuma

"Ne diyo lan bunlar!" - Gezi Parkı ve Direnişin Dili

I

Yapılması gerekenlerden dem vurarak başlamayacağım bu yazıya. Bu yazı, yapılması gerekenleri yapamayanların/yapmayanların dünyasında kaleme alınıyor. Öncelikle müsaade edin, ne yapılması gerektiğiyle ne yapılabileceği/yapıldığı arasındaki problematik bağı tartışarak başlayayım yazıma:

Ne yapılması gerekene dair olan düşünce (ya da felsefe) ile eylem (ne yapılabileceği/yapıldığı) arasındaki uzlaşmazlık Hegel tarafından şu şekilde zikredilmiştir:

Felsefe, dünyanın nasıl olması gerektiğine dair somut önerilerini, meydana geç çıkmasından mütevellit aktaramamıştır. Felsefe, kasvetli resmini çizedursun hayat çoktan yaşlanmıştır. Mevzu bahis hayat, çizilen kasvetli resimle canlandıralamaz; ancak kavranabilir, anlaşılır kılınabilir. Minerva'nın baykuşu kanatlarını açıp uçmaya ancak akşam karanlığında başlar.[1]

Şüphesiz Hegel Minerva'nın baykuşu sembolizmi ile bilgiden, yani somut eylemlere (praxis) pusula görevi ifa edecek olan teoriden dem vurmaktadır. Bu bakış açısını Gezi Parkı direnişine uyguladığımızda elimizde eza uyandıran bir fatalism kalıyor: Eylemi gerçekleştirirken bunun ne anlamlar yarattığını/yaratacağını bilmiyorsak direniş neye/kime yarar? Eylemin mahiyetini ancak gelecekte kavrayabiliyorsak; tüm bu olanların mânâsı ancak gelecekte çözülebilecekse direniş ile şimdinin/şu anın arasındaki bağ nedir? Neden tevekkülle başımızı eğip kendimizi tarihin gebe olduklarına emanet etmiyoruz? Özellikle son sorunun altını çizmek istiyorum. Nitekim bu yazı başların neden eğilmediği; devletin uyguladığı orantısız güç sonucunda beli bükülmüş, çocuktan yaşlısına onca insanın nasıl olup da umutlarını muhafaza etmeleri gerektiğiyle alakalı olacaktır.

Aslına bakarsanız yazı süresince sıralayacağım argümanlar bir temel önerme etrafında şekilleniyor: Başbakan Erdoğan ve kurmayları tarafından çapulculuk veyahut vandalizm ile suçlanan eylemcilerin aslında demokratik idarenin mihenk taşını oluşturan “akl-ı selim” ile hareket ettiği düşüncesidir bu. Akl-ı selim kavramıyla Batı'daki demokrasi tarihinde çok önemli bir yer işgal eden sensus communis kavramına gönderme yapmaktayım. Yıllardan beri kendisini “demokratik muhafazakâr” olarak tanımlayan Erdoğan'ın gözünden kaçan nokta kendisini konumlandırdığı muhafazakâr düşünce eğilimine dahi zıt yönde hareket ettiği hakikatidir. Edmund Burke'ün Fransız İhtilali'ne ilişkin eleştirilerinin sensus communis fikrini esas aldığını unutmamamız gerekiyor. Halkın (ya da Erdoğan'ın gözüyle – bir kısım zümrenin) dile getirdiği talepler belirli bir tarihselliği olan, farklı iletişim vasıtalarıyla toplumun nüvesine sirayet etmiş temel hak ve hürriyetler üzerine inşa edilmiş düşüncelerdir. Erdoğan'a hatırlatılması gereken üzerinde sıklıkla durduğu cemiyet fikrinin salt dinsel birleşimden ibaret olmadığıdır. İcma (birleşim, toplanma) kökünden türeyen cami kelimesine kutsiyet temelini sağlayan insani dayanışmanın, icmanın bir diğer mânâsı olan “fikir birliği”nde hor görülmesi, böylesine zulümlere maruz bırakılması nasıl izah edilebilir?

Burada bir es verip sizlerle önemli olduğunu düşündüğüm bir paradoksu tartışmak istiyorum: 31 Mayıs Cuma günü, eylem çağrısına icâbet ettiğim ilk günün sonrasında direnişe omuz veremedim. Cismen orada değildim. Ancak şu an, tüm kusurlarıyla yazıya döktüğüm düşüncelerim, Başbakan Erdoğan huzurunda şu şekilde algılanırdı diye düşünüyorum: Bu direnişe katıldığım için potansiyel bir “çapulcuyum” (ya da) bu direnişe sonraki günlerde destek veremediğim için başlangıcında bu direnişin “terörizm”e dönüşümünü idrak edebilecek ampirik kanıtlardan yoksunum. Bu durumda ya pejoratif imaları olan bir yaftalamayla “çapulcu” oluyorum ya da eylemlerin “terörizm”e dönüşümünü salt orada ol(a)madığım için fark edemiyorum. Öyleyse ya çapulcuyum ya da teröristim: Nitekim ya eylemlerin ne anlama geldiğini bilmiyorum ve yapmaya devam ediyorum ya da biliyor ve bilmeye rağmen devam ediyorum. Nitekim Erdoğan'ın bakış açısına göre terörist olabilmek için bu niteliksel değişimin farkına varmam gerekiyor. Bu durumda, bu olanları tüm detaylarıyla bilen (omniscient) Erdoğan, bu direnişin sürmesine negatif yollardan (açık veya üstü örtülü tehditlerle, hakir gören ifadelerle, tepeden bakan üslubuyla vs.) destek olurken “terörist başına” dönüşmüyor mu?

II

Kelimelerimi ve düşünce zincirini mütebessim takip ederken aklıma Slavoj Zizek'in “fıkra”larından birisi geliyor: Adamın biri Doğu Almanya'dan Sovyet Rusya'ya çalışmak için gönderiliyor. Mektuplarının okunacağını ve sansüre maruz kalacağını bildiği için arkadaşlarına bir kod geliştirdiğini söyleyip onlarla bunu paylaşıyor: 'Size gönderdiğim mektup mavi mürekkeple kaleme alınmışsa bilin ki söylediklerim doğrudur. Kırmızıyla yazılmışsa bilin ki doğru değildir'. Belli bir süre geçtikten sonra arkadaşları ilk mektubu alırlar. Mavi mürekkeple kaleme alınmıştır ve mektupta şöyle yazar: 'Burada her şey mükemmel ve olması gerektiği gibi. Alışveriş merkezinde leziz yiyecekler var. Sinemalar Batı'dan harika filmler gösteriyor. Apartman daireleri geniş, ferah ve lüks. Satın alamadığın tek bir şey var – kırmızı mürekkep.” [2] Bir önceki paragrafta uyguladığım mantık silsilesi ve bu jimnasiğe içre istihzanın çıkış noktasını işte bu “kırmızı mürekkep” üzerinden okumalıyız. Gülmek zorundayız (!) çünkü Başbakan Erdoğan'ın trajikomik belagatlarına vereceğimiz cevabın bir polemiğe dönüşemeyeceğini biliyoruz. Nitekim Erdoğan ile sözlü bir münazaraya, salt düşünceler ve fikirler bazlı bir savaşa (polemos) girişmenin imkansız olduğu apaçık ortada.

Sosyal medyanın muhtelif kanallarında ortaya çıkan olağanüstü yaratıcı espriler, tekerlemeler ve genel anlamıyla absürd, işte bu mevcut olmayan kırmızı mürekkebin mavi vurgusudur. Muhalefetin imkansızlığını dolduran “boşluktur”. Penguen dergisinin geçen haftaki sayısında hicvettiği mizansen tam da buna delalet etmektedir: 


 
Erdoğan bu sloganları, duvar yazılarını, grafittileri okuyamamaktadır çünkü özgürlüğün dilini konuşmayıp salt özgürlük ve demokrasiden dem vuranların özgür olamamanın hicivsel semantiğini çözümlemesi mümkün değildir. Ne ilginçtir ki bunun için sağduyu, akl-ı selim – yani sensus communis gerekmektedir. Espriyi kavrayamamıştır Erdoğan. Bu yüzden “demokrat muhafazakar” olma fırsatını da kaçırmış gözükmektedir.

III

Salt görünüşte hiçbir mânâsı olmayan bu sloganlar, içeriğini okumayı bilen direnişçiler için sebatkâr dayanışmanın zeminini oluşturmakla kalmıyor, özgürlüğün susturulmuş sesinin ifade bulabileceği bir “fıkraya” dönüşüyor. Pekala Erdoğan'ın bu “sosyo-kültürel hiyeroglif” karşısındaki vaziyet ve tutumu nasıl yorumlanabilir? Kanaatimce Erdoğan içinde bulunduğumuz koşulları çarpık bir Hegelyen prizmadan süzerek kavramaktadır: Ona göre “Gerçek olan Rasyoneldir ve Rasyonel olan Gerçektir.” Erdoğan, hiçbir mânâ bulamadığı, hem içerik hem de form bakımından irrasyonel gördüğü bu sloganları elbette Gerçek olana ve Gerçek olanın raptiyelendiği, kapiton noktası (le point de capiton) işlevini gören kendisine yöneltilmiş bir tehdit olarak algılamaktadır. Gerçek, Erdoğan'ın mutlak otoritesine ve himayesine ihtiyaç duymaktadır; benzer şekilde Gerçek olanın sindiremediği çapraşık, metnin dışına taşan, mânâ bütününü bozan marjinal unsurlar Erdoğan'ın “kucaklayıcı” şefkatine layık olamamaktadırlar. Bu tür unsurların lokalize olduğu apse (bkz. Gezi Parkı) karantinaya alınmalı, cerahat ivedilikle boşaltılmalı, homeostazi çabuk bir şekilde (acilen değil – a la alemdar) tesis edilmelidir.

Kabul edilmelidir ki kendini toplumun tüm üyelerini kucaklayan, yüzde ellinin değil yüzde yüzün partisi olan AKP'nin “ideoloji üstü” lideri olarak lanse eden Erdoğan'ın eylemleri sözleriyle endişe verici bir tezat oraya koymaktadır. Ancak bu “yalancılık” veyahut “sözünde durmama” şeklinde yorumlanmamalıdır; nitekim bu türden bir okuma Erdoğan'ın içinde bulunduğu durumu insani/psikolojik bir kusura dayandırarak olası bir iyileşme/düzelme fikrini her daim canlı tutar. Erdoğan'ın temsil ettiği ve sadece kendisinin vahyedilen Gerçek, MHP'nin veya CHP'nin saklamaktan çekinmediği milliyetçi ideolojiden daha sinsi ve girift bir yapıya sahiptir. İdeolojinin tepe noktası, “ideolojik” bir dünya görüşüne sahip olunduğunun kabul edilip muhteva edilen unsurların (örneğin devletçilik, milliyetçilik, inkilapçılık, vb.) rakip “ideolojiden” daha kıdemli veya değerli olduğunun dile getirildiği an değildir. Böylesi bir okuma olsa olsa naif bir analizden ibarettir. Aksine mezkur tepe noktası ideolojinin topyekûn reddedildiği âna; yani sosyal dünyanın tasnif ve tefsirinin tarafsız, objektif veyahut salt pragmatik vasıtalarla dile getirilebileceği yargısına içre gözükmektedir. Erdoğan kabul etmese de “boğazına kadar” ideolojinin içine batmış durumdadır. Bu durumda devlet ile ideoloji arasındaki bağın kavranması uygulanan baskıların mahiyetini kavramamıza yardımcı olmaktadır.

Devlet aygıtı (apparatus) kendisini yenilemek ve tekrar tekrar husule gelmek için tüm imkanları seferber eder. Bunlardan en önemlisi Devlet aygıtının (apparatus) tahakküm yoluyla (vahşice kullanılan fiziksel güç, idari emirler ve yasaklar, gizli veyahut açık açık icra edilen sansür) İdeolojik Devlet Aygıtlarının eylemlerini gerçekleştirmesini sağlayacak siyasi koşulları muhafaza etmesidir. [3]


Gerçekten de devlet bugüne dek tüm gücünü seferber etmiş, direnişi kırmak için elinden geleni ardına koymamıştır. Neticesinde Başbakan Erdoğan'ın “normal” koşullarda sahip olmadığı derecede güç, şu an içinde bulunduğumuz “olağanüstü” günlerde emrine amade durumdadır. Son iki haftadır olanlar ışığında Erdoğan'ın şu an itibariyle elinde bulundurduğu gücü, yasal/idari kanallarla ve gerektirdiği koşullarda şiddete başvurarak (kolluk kuvvetleriyle) “görünür” kılacağı ve direnişin kökünü kurutmaya çalışacağı sonucuna ulaşabiliriz.

Kuşkusuz bu manzara karşısında, yazımın başında da dem vurduğum türden bir hayal kırıklığının veya karamsarlığın direnişe katılan yüzbinlerce insanın üzerine çökeceğini kestirmek zor değildir. Direnişin üzerine bina edildiği temel hak ve hürriyetler istenci unutulmamalıdır ki otoriter ve tepeden inme bir dikey yönetişim modelinden halk kitlelerin “kâile alındığı”, “dinlendiği” yatay bir yönetişim modeline dönüştürülmesi talebiyle pekişmiştir. Lakin hükümetin “dinlemekten” algıladığı Gezi Parkı'na dikilen üç beş sembolik fidandan ibarettir. Kuşkusuz bu ufunetli lütuf, yakın gelecekte kesilecek olan yüzbin (100.000) (!) ağacın akıbetini haber etmektedir. [3]

Umutlarımızın gerçekleşmesi ancak şimdi ve şu anla (hic et nunc) irtibata geçmesi koşuluna dayanır; ancak bu zamansal dinamik temelinde filiz verebilir. Umudu hayalden ayıran yegane unsur umudun ayaklarının yere basması, şimdi ve şu ana nüfuz etmesidir. O açıdan halkın sesinin bastırılması, “kâile alınmaması” umutların “boşa çıkacağı/çıktığı” endişesi yaratabilir. Ancak şunu unutmamalıyız ki dayanılması güç sıkıntılar, Goethe'nin de vurguladığı gibi, umudun gerçekleşmeye en yakın olduğu zaman dilimlerinde hasıl olur. [4] Büyük olasılıkla şu son iki haftadır tüm olanaklarını seferber eden biz direnenler yol gösterecek bir Çobanyıldızı arıyoruz bu vakitlerde; bu yönlendirici pusulanın ışığında yürümek istiyoruz. Ancak unutmamamız gereken, Ernst Bloch'ın da altını çizdiği gibi, bilgi ile cesaretin terkip edilmesi durumunda geleceğin bir kader olmaktan çıkıp bizatihi nüfuz ettiğimiz ve onu buraya – 2013'ün nahoş yaz aylarına çektiğimiz hakikatidir. [5]

Bu durumda geleceğin bizden talep ettiği yegâne şey şiddete başvurulmamasıdır; direnişin stratejisi, hükümetin ve Başbakan Erdoğan'ın “irrasyonel” olarak addedeceği öngörülen hangi yol varsa, bu imkanların kullanılmasından ibarettir. “Duran Adam” politiko-enstelasyonu bu prensip ışığında göz önünde bulundurulması gereken bir örnektir. Devletin ve hükümetin temellük edemeyeceği her türlü “marjinal” dil, şiddeti benimsemediği sürece mübahtır - Laissez faire.

Bırakınız güce sahip olanlar güce daha da sahip olsunlar. Lord Acton'ın formülü gayet açıktır: Güç yozlaştırır, mutlak güç tamamen yozlaştırır. Bundan yaklaşık iki-bin-beş-yüz yıl evvel Sofokles şöyle diyor:

İnsan ki fani, saklamalıdır gözlerden talihi

Ve vazgeçmelidir küstah nutuklardan.

Kader ona gülünce hiçbir zaman inanmaz

Bu refah bu saadet – elbet kaybolabilir bir zaman. [6]

Sayın Erdoğan – Sizi, devletin tüm kurumlarını bu kan ve cerahat üreten gençlik habisini ortadan kaldırmaya davet ediyorum. Bilahare zat-ı şahanenizin ağır ve vakur yürüyüşüne iştirak eden, kamburunuzdaki cânım hüthüt kuşları, Gezi Parkı'nın kurşuni dallarına konacak; aleme şanınızı, mutlak iradeniz ve zaferinizi şak şak şaklayacaktır. Sonun başlangıcı hayırlı olsun. Gazanız/Geziniz mübarek olsun.

[1] G.W.F. Hegel, Philosophy of Right (London: George Bell and Sons, 1896), xxx.
[2] Zizek bu fıkrayı Wall Street işgali sırasında aktarmıştır. Bkz: http://www.pubtheo.com/page.asp?PID=1681 (çeviri benimdir)
[3] Louis Althusser, On Ideology (New York: Verso, 2008), s. 24 (çeviri benimdir).
[4] Ernst Bloch, The Principle of Hope (Cambridge: MIT Press, 1996), p. 193 (çeviri benimdir).
[5] Ibid, p. 198.
[6] Rudolf Bultmann, Primitive Christianity (London: Collins, 1964), p. 134. Sofokles'in Niobe adlı eserinden alıntılanmıştır (çeviri benimdir).

~ Bugra Yasin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder