Yirminci yüzyıl
süresince devrimci, libertin veyahut ezilen olsun, bu
unsurları belli bir edebi platformda bir araya getirmiş figür
kuşkusuz Franz Kafka'dır. Yarattığı kahramanlar ekseriyetle
bürokratik labirentler, oligarşik güç yapıları veya Yasa'nın
tahakkümü altında ezilir; başkalaşmak suretiyle kendine yabancı
bölünmüş bir bireye dönüşür. Gezi Parkı olayları
vasıtasıyla bu Kafkaesk motifleri tekrardan canlandıran yepyeni
bir güç/otorite simgesi çıkıyor karşımıza: Gökçek Melih. Bu
yeni güç spesimeninin tahlili oldukça güç olsa da kendisini
Kafka romanlarındaki muazzam, ulaşılması imkansız güç
simgelerinden ayıran yegane unsur kendisini dinleyebiliyor ve
aynı zamanda kendisiyle ilişkiye geçebiliyor oluşumuz olarak
gözüküyor. Eskiden otorite kendisini halktan uzak tutmak yoluyla,
şeffaflık ilkesini görmezden gelerek başarıya ulaşabiliyordu.
Bir diğer deyişle bireyin ezilebilmesi, devletin muhtelif
noktalarını kontrol altında tutanların mutlak ulaşılamazlığı
prensibine dayanmaktaydı. Oysa Gökçek Melih gelecekte peyda olacak
totaliter veya baskıcı rejimler için olması gereken her türlü
niteliği bünyesinde barındırmakla otokratik-diktatöryel literatüre eşsiz
katkılarını esirgemiyor. (Gökçek Melih gelecekten gelmiş
olabilir mi?)
Gökçek Melih
nihayetinde devletin yasama yetkisinin içinde yer almayan;
anayasanın belirlediği görevleri yapmakla mükellef bir belediye
başkanıdır. Bunun dışında AK Parti üyesi olmasından gayrı
bizi ilgilendiren başka bir niteliği bulunmamaktadır. Pekala
hangi neden ve nedenlerle sosyal medyada bu kadar varlık
göstermektedir? İletişim kanallarının günümüzde olduğu kadar
gelişmediği dönemlerde, özellikle XX. Yüzyıl'ın ilk yarısında,
propaganda faaliyetleri merkezi bir zümre tarafınca
kararlaştırılır, belirlenen siyasi figürler ve kurumlar
vasıtasıyla bu planlar yürürlüğe konurdu. Haberin ve bilginin
nisbi olarak daha akıcı olduğu çağımızda bu tür faaliyetlerin
merkezi kararlardan ziyade Gökçek Melih gibi mahalli kanallara
yönlendirilmesi elbette şaşırtıcı değildir. Aşağıda Sayın
Belediye Başkanı tarafından “RT” edilen, paylaşılan
bilgileri görebilirsiniz:
Dikkat edersiniz ki
üzerinde durduğum hususlar Gökçek Melih’in gramer katili bir
Caps Lock müridi oluşundan; iPad ile girdiği çetin
mücadelelerden; ve “esprit” dolu Gencebay didaktizminden dem
vurmuyor. İroniyi ve şakaları bir tarafa bıraktığımızda
analitik bir zaviyeyle delik deşik edilmeye epey elverişli iki
capcanlı örnek karşımızda duruyor:
Bunlardan ilki Zaytung’un
“Atom Bombasının Yapılışı” adlı kupürü. Üzerinde şu
notu görüyoruz: Yeni Şafak'tan önce bizde okuyun... Gezi
Parkı'ndaki çadırlardan çıkan marjinal örgütlere ait vahşet
planları...”. Melih Gökçek, bu “haberin” Zaytung’un manşet
haber niteliğini ön plana çıkardığı (“Yeni Şafak”tan
önce) kısmını mahsus kırparak veyahut bu notu görmeyerek
aynı şekilde Twitter üzerinden kamuoyuyla paylaşıyor. Aslına
bakarsanız bu “haber” 26 Mart 1950 yılında Hürriyet gazetesi
tarafından yayımlanmış olmasından mütevellit “gerçek” bir
haber. Zaytung ise bu rafa kalkmış, üzeri toz tutmuş “gerçekliği”
özellikle çarpıtarak, yani medyanın Gezi Parkı direnişi
süresince olayları başka yönlere çekmesini veya görmezden
gelmesini tiye alarak, güncel bir “gerçeğe” eklemliyor ve
karşımıza böylesine nadide bir mizah örneği çıkıyor. Bu da
çok doğal nitekim mizah, mevcut veya süregelene (actual)
atıfta bulunmadan yapılmaz; evet, yapılabilir, ancak renksiz ve
tatsızdır. Tabii bir de işin diğer tarafı var: Gökçek Melih’in
bu haberi “doğru haber” olarak algılayıp kamuoyu ile
paylaşmasını safdillik olarak mı algılamalıyız? Gökçek Melih
kadar zeki bir politikacı/belediye başkanı/21. Yüzyıl ideologu
böylesine apaçık mizahı ancak ve ancak temsil ettiği ve parçası
olduğu “gerçekliğin” güçlü bir saldırı altında olduğu
bir “nevrotik buhran” anında kaçırabilirdi; ve gerçekten de
öyle oldu. Aynı zamanda dilinden birçok şey de kaçırmış
oldu: Gezi Parkı’nda direnmeye devam eden insanları nükleer
silahlar üretebilecek bir güruh olarak tanımlayarak onları
gerçekten de şeytani bir unsur olarak gördüğünü itiraf etti.
Altını çiziyorum – şeytani: sadece kötü değil, aynı
zamanda kötülükleri tüm teknolojik unsurları seferber ederek
planlayabilen, bu planları uygulamaya dökebileceğinden korkulması
gereken; müdahale edilmesi gereken, çünkü bunlara muktedir
olan bir güruh.
Burada bu düşünce
yapısının paranoyak dinamikleri üzerinde durmayacağım. Öyle ki
Soğuk Savaş dönemine kadar inen ve derin kökleri olan bu
“nükleer” korku, izaha mahal bırakmayacak derecede açık.
Gökçek vasıtasıyla başka bir alana yönelmek istiyorum: Gezi
olaylarının başında argüman üretemeyecek duruma gelip bir nevi
abandone olan AK Parti ve üyelerinin ilk şaşkınlıktan,
Türkiye’de ekseriyetle bilinen bir argümanla kurtulmaya
çalıştığının ve çalışıyor olduğunun altını çizmek
istiyorum. Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan’ın zikrettiği
“faiz lobisi” edebiyatı ve sonrasında Gökçek Melih tarafından
Selin Girit’e yöneltilen casusluk suçlamaları yıllardır
zihnimize kazınmış “dış mihraklar” motifinden
nemalanmaktadır: Sayın Yüce Başbakan, siyaset terminolojisine
eklemiş olduğu “faiz grupları” kavramıyla kim veya kimleri
işaret etmektedir? Bu gruplar nihayetinde AK Parti’nin de üyesi
bulunduğu uluslararası finans kapitalizminin yönlendirici
unsurları değil midir? Amiyane ifadeyle – AK Parti “yediği
kaba pislememekte” midir? Bu bakış açısını tartışmadan
önce ilk bakışta konuyla alakasız gözükebilecek bir alıntıya
yer vermek istiyorum.
“Bazı
bakteriler nasıl insan vücudu için gereklilerse, Yahudiler de
insanlık [mankind]
organizmasının bir parçası olmalarından mütevellit gerekli bir
bakteri olarak gözükmektedir . . . İnsanlık Yahudilik lekesine,
dünyevi misyonunu tamamlaması için gerekli olan canlılığı
muhafaza etmek adına ihtiyaç duyar. O yüzden Yahudileri aramızda
gerekli bir şeytani unsur (necessary evil) olarak kabul etmeliyiz;
kim bilir, dünyevi misyonun tamamlanmasına belki binlerce yıl var.
Lakin vücuttaki bakteriler kabul edilebilir bir seviyeyi aştığında
nasıl içinde bulundukları vücuda zarar veriyorlarsa, ülkemiz de
buna benzer şekilde ruhsal bir hastalığın pençesine düşebilir.
Bu bakterilerin bizi
tamamen terk etmesi ile üzerimizde mutlak bir tahakküm kurması
arasında her iki durumun da neden olacağı felaketler açısından
bir fark yoktur. [1]
Nazi rejiminin
ideologlarından Alfred Rosenberg bu tafsilâtlı analizinde
ideolojinin işleyişini “yanlışlıkla” ifşa ettiği
noktadadır: Nasyonel Sosyalist ideolojinin devamlılığı, kendi
içindeki tutarlılığı, paradoksal şekilde Yahudilerin var olması
koşuluna bağlanmaktadır. Mevzu bahis “dış mihraklar”
edebiyatını tam da bu noktaya istinaden tartışmamalı mıyız?
Belki de ideolojinin koşulu tam da yediğin kaba pislemeye ya da
pislediğin kaptan yemeye dayanmaktadır. Öyle ya, Erdoğan’ın
büyük bir iştahla övündüğü “ekonomik başarı” ve
“ilerleme” diskuru bunlara muvazi düzlemde gerçekleşen,
üzerine istifra ettiği ülke içi ve dışında cirit atan
“mihraklar” olmadan gerçekleşebilir miydi? Nasyonel Sosyalist
ideoloji bir veya birden fazla, birbiriyle ilişki içinde olan
“düşman/düşmanlar” belirlemeden propaganda faaliyetlerini
sürdürebilir miydi?
Gezi Direnişi'nin
başlangıcından itibaren süregelen bir edebiyatla karşı
karşıyayız: AK Parti, esnafın mağdur olduğu, turizmin
baltalandığı, uluslararası “faiz lobisinin” Türkiye'yi “beni
baştan yarat” mantığıyla tekrardan kurgulamaya çalıştığı
“mağdur” bir ülke imajı çizmek istemektedir. “Ekonomiyi
durduralım!” inisiyatifinin casuslukla, vatan hainliğiyle eş
tutulduğu, müsamaha göstermekten aciz, ve aynı zamanda
tahammülsüz bir iradeye karşı devam ediyor siyasi mücadele.
Halka palalar ve sopalarla saldıran esnaf, ekonomik olumsuzluklardan
kaynaklanmış olabileceği öne sürülen “buhran” nedeniyle
mazur görülebiliyor ve akabinde “tutuksuz” yargılanabiliyor.
Bunun yanında üretmeyi reddeden; “durarak” olsun forumlarda
“fikir teatisi” gerçekleştirerek olsun, sisteme hiçbir şekilde
materyal faydası (para, rant, kâr, vb.) dokunmayanlar, potansiyel
“tutuklu” görülerek hakir görülüyor, hakarete uğruyor,
rencide ediliyor, sözlü veya somut şiddete maruz bırakılıyor.
Tüm direnenlerin görmesi
gereken Gökçek Melih fenomeniyle, “dış mihraklar”
edebiyatıyla direnişçilerin üzerine kâbus gibi çöken gücün
kapitalizme ve bu suretle tamamıyla b/Batıya ait bir oluşum
olduğudur. [2] Zaten “orada” olmayan şeriat tehlikesi, Yetvart
Danzikyan'ın 8 Temmuz tarihli yazısında altını çizdiği gibi,
“Bonapartist” bir tehdide evrilmiştir. [3] Naçizane fikrim: AKP
ve Ekselansları Erdoğan ile mücadele, çalışkan, tutumlu,
mütevekkil özne yapısının (homo
oeconomicus'un)
yapı-bozumunda; rasyonalizmin (akılcılığın) ekonomik, kültürel,
siyasi yansımalarının eleştirisinde; ahlâkın yeknesak hayat
düzeni, yekpare insan tasavvuru ve toplumsal adet ve alışanlıkların
kritiği düzleminde ilerlemesi gerektiğidir. Direnişin ilk
günlerinde “yazıldığı” gibi: Nitimur in vetitum. [4]
[1] Alfred Rosenberg, “The
Earth-Centered Jew Lacks a Soul,” in George L. Mosse (ed.) Nazi
Culture (New York: Shocken Books, 1966), pp. 75–78. Quoted from
p. 77 (çeviri benimdir).
[2] Yetvart Danzikyan, “Şu resmi
bize anlatabilir misiniz sayın vali,” Radikal içinde,
08/07/2013:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/su_resmi_bize_anlatabilir_misiniz_sayin_vali-1140855
[3] Bkz. Georges Bataille, The
Accursed Share [VOL. I] (New York: Zone Books), s. 123. &
Georges Bataille, “The Psychological Structure of Fascism” Fred
Botting ve Scott Wilson (ed.) The Bataille Reader içinde
(Oxford: Blackwell Publishers), s. 177.
[4] "Yasaklanmış olana erişmektir amacımız".
~ Buğra Yasin