8 Temmuz 2013 Pazartesi

Pislediğin Kaptan Yemek: Dış Mihraklar, AK Parti ve Gökçek Melih

Yirminci yüzyıl süresince devrimci, libertin veyahut ezilen olsun, bu unsurları belli bir edebi platformda bir araya getirmiş figür kuşkusuz Franz Kafka'dır. Yarattığı kahramanlar ekseriyetle bürokratik labirentler, oligarşik güç yapıları veya Yasa'nın tahakkümü altında ezilir; başkalaşmak suretiyle kendine yabancı bölünmüş bir bireye dönüşür. Gezi Parkı olayları vasıtasıyla bu Kafkaesk motifleri tekrardan canlandıran yepyeni bir güç/otorite simgesi çıkıyor karşımıza: Gökçek Melih. Bu yeni güç spesimeninin tahlili oldukça güç olsa da kendisini Kafka romanlarındaki muazzam, ulaşılması imkansız güç simgelerinden ayıran yegane unsur kendisini dinleyebiliyor ve aynı zamanda kendisiyle ilişkiye geçebiliyor oluşumuz olarak gözüküyor. Eskiden otorite kendisini halktan uzak tutmak yoluyla, şeffaflık ilkesini görmezden gelerek başarıya ulaşabiliyordu. Bir diğer deyişle bireyin ezilebilmesi, devletin muhtelif noktalarını kontrol altında tutanların mutlak ulaşılamazlığı prensibine dayanmaktaydı. Oysa Gökçek Melih gelecekte peyda olacak totaliter veya baskıcı rejimler için olması gereken her türlü niteliği bünyesinde barındırmakla otokratik-diktatöryel literatüre eşsiz katkılarını esirgemiyor. (Gökçek Melih gelecekten gelmiş olabilir mi?)

Gökçek Melih nihayetinde devletin yasama yetkisinin içinde yer almayan; anayasanın belirlediği görevleri yapmakla mükellef bir belediye başkanıdır. Bunun dışında AK Parti üyesi olmasından gayrı bizi ilgilendiren başka bir niteliği bulunmamaktadır. Pekala hangi neden ve nedenlerle sosyal medyada bu kadar varlık göstermektedir? İletişim kanallarının günümüzde olduğu kadar gelişmediği dönemlerde, özellikle XX. Yüzyıl'ın ilk yarısında, propaganda faaliyetleri merkezi bir zümre tarafınca kararlaştırılır, belirlenen siyasi figürler ve kurumlar vasıtasıyla bu planlar yürürlüğe konurdu. Haberin ve bilginin nisbi olarak daha akıcı olduğu çağımızda bu tür faaliyetlerin merkezi kararlardan ziyade Gökçek Melih gibi mahalli kanallara yönlendirilmesi elbette şaşırtıcı değildir. Aşağıda Sayın Belediye Başkanı tarafından “RT” edilen, paylaşılan bilgileri görebilirsiniz:

































Dikkat edersiniz ki üzerinde durduğum hususlar Gökçek Melih’in gramer katili bir Caps Lock müridi oluşundan; iPad ile girdiği çetin mücadelelerden; ve “esprit” dolu Gencebay didaktizminden dem vurmuyor. İroniyi ve şakaları bir tarafa bıraktığımızda analitik bir zaviyeyle delik deşik edilmeye epey elverişli iki capcanlı örnek karşımızda duruyor:

Bunlardan ilki Zaytung’un “Atom Bombasının Yapılışı” adlı kupürü. Üzerinde şu notu görüyoruz: Yeni Şafak'tan önce bizde okuyun... Gezi Parkı'ndaki çadırlardan çıkan marjinal örgütlere ait vahşet planları...”. Melih Gökçek, bu “haberin” Zaytung’un manşet haber niteliğini ön plana çıkardığı (“Yeni Şafak”tan önce) kısmını mahsus kırparak veyahut bu notu görmeyerek aynı şekilde Twitter üzerinden kamuoyuyla paylaşıyor. Aslına bakarsanız bu “haber” 26 Mart 1950 yılında Hürriyet gazetesi tarafından yayımlanmış olmasından mütevellit “gerçek” bir haber. Zaytung ise bu rafa kalkmış, üzeri toz tutmuş “gerçekliği” özellikle çarpıtarak, yani medyanın Gezi Parkı direnişi süresince olayları başka yönlere çekmesini veya görmezden gelmesini tiye alarak, güncel bir “gerçeğe” eklemliyor ve karşımıza böylesine nadide bir mizah örneği çıkıyor. Bu da çok doğal nitekim mizah, mevcut veya süregelene (actual) atıfta bulunmadan yapılmaz; evet, yapılabilir, ancak renksiz ve tatsızdır. Tabii bir de işin diğer tarafı var: Gökçek Melih’in bu haberi “doğru haber” olarak algılayıp kamuoyu ile paylaşmasını safdillik olarak mı algılamalıyız? Gökçek Melih kadar zeki bir politikacı/belediye başkanı/21. Yüzyıl ideologu böylesine apaçık mizahı ancak ve ancak temsil ettiği ve parçası olduğu “gerçekliğin” güçlü bir saldırı altında olduğu bir “nevrotik buhran” anında kaçırabilirdi; ve gerçekten de öyle oldu. Aynı zamanda dilinden birçok şey de kaçırmış oldu: Gezi Parkı’nda direnmeye devam eden insanları nükleer silahlar üretebilecek bir güruh olarak tanımlayarak onları gerçekten de şeytani bir unsur olarak gördüğünü itiraf etti. Altını çiziyorum – şeytani: sadece kötü değil, aynı zamanda kötülükleri tüm teknolojik unsurları seferber ederek planlayabilen, bu planları uygulamaya dökebileceğinden korkulması gereken; müdahale edilmesi gereken, çünkü bunlara muktedir olan bir güruh.

Burada bu düşünce yapısının paranoyak dinamikleri üzerinde durmayacağım. Öyle ki Soğuk Savaş dönemine kadar inen ve derin kökleri olan bu “nükleer” korku, izaha mahal bırakmayacak derecede açık. Gökçek vasıtasıyla başka bir alana yönelmek istiyorum: Gezi olaylarının başında argüman üretemeyecek duruma gelip bir nevi abandone olan AK Parti ve üyelerinin ilk şaşkınlıktan, Türkiye’de ekseriyetle bilinen bir argümanla kurtulmaya çalıştığının ve çalışıyor olduğunun altını çizmek istiyorum. Ekselansları Recep Tayyip Erdoğan’ın zikrettiği “faiz lobisi” edebiyatı ve sonrasında Gökçek Melih tarafından Selin Girit’e yöneltilen casusluk suçlamaları yıllardır zihnimize kazınmış “dış mihraklar” motifinden nemalanmaktadır: Sayın Yüce Başbakan, siyaset terminolojisine eklemiş olduğu “faiz grupları” kavramıyla kim veya kimleri işaret etmektedir? Bu gruplar nihayetinde AK Parti’nin de üyesi bulunduğu uluslararası finans kapitalizminin yönlendirici unsurları değil midir? Amiyane ifadeyle – AK Parti “yediği kaba pislememekte” midir? Bu bakış açısını tartışmadan önce ilk bakışta konuyla alakasız gözükebilecek bir alıntıya yer vermek istiyorum.

Bazı bakteriler nasıl insan vücudu için gereklilerse, Yahudiler de insanlık [mankind] organizmasının bir parçası olmalarından mütevellit gerekli bir bakteri olarak gözükmektedir . . . İnsanlık Yahudilik lekesine, dünyevi misyonunu tamamlaması için gerekli olan canlılığı muhafaza etmek adına ihtiyaç duyar. O yüzden Yahudileri aramızda gerekli bir şeytani unsur (necessary evil) olarak kabul etmeliyiz; kim bilir, dünyevi misyonun tamamlanmasına belki binlerce yıl var. Lakin vücuttaki bakteriler kabul edilebilir bir seviyeyi aştığında nasıl içinde bulundukları vücuda zarar veriyorlarsa, ülkemiz de buna benzer şekilde ruhsal bir hastalığın pençesine düşebilir. Bu bakterilerin bizi tamamen terk etmesi ile üzerimizde mutlak bir tahakküm kurması arasında her iki durumun da neden olacağı felaketler açısından bir fark yoktur. [1]

Nazi rejiminin ideologlarından Alfred Rosenberg bu tafsilâtlı analizinde ideolojinin işleyişini “yanlışlıkla” ifşa ettiği noktadadır: Nasyonel Sosyalist ideolojinin devamlılığı, kendi içindeki tutarlılığı, paradoksal şekilde Yahudilerin var olması koşuluna bağlanmaktadır. Mevzu bahis “dış mihraklar” edebiyatını tam da bu noktaya istinaden tartışmamalı mıyız? Belki de ideolojinin koşulu tam da yediğin kaba pislemeye ya da pislediğin kaptan yemeye dayanmaktadır. Öyle ya, Erdoğan’ın büyük bir iştahla övündüğü “ekonomik başarı” ve “ilerleme” diskuru bunlara muvazi düzlemde gerçekleşen, üzerine istifra ettiği ülke içi ve dışında cirit atan “mihraklar” olmadan gerçekleşebilir miydi? Nasyonel Sosyalist ideoloji bir veya birden fazla, birbiriyle ilişki içinde olan “düşman/düşmanlar” belirlemeden propaganda faaliyetlerini sürdürebilir miydi?

Gezi Direnişi'nin başlangıcından itibaren süregelen bir edebiyatla karşı karşıyayız: AK Parti, esnafın mağdur olduğu, turizmin baltalandığı, uluslararası “faiz lobisinin” Türkiye'yi “beni baştan yarat” mantığıyla tekrardan kurgulamaya çalıştığı “mağdur” bir ülke imajı çizmek istemektedir. “Ekonomiyi durduralım!” inisiyatifinin casuslukla, vatan hainliğiyle eş tutulduğu, müsamaha göstermekten aciz, ve aynı zamanda tahammülsüz bir iradeye karşı devam ediyor siyasi mücadele. Halka palalar ve sopalarla saldıran esnaf, ekonomik olumsuzluklardan kaynaklanmış olabileceği öne sürülen “buhran” nedeniyle mazur görülebiliyor ve akabinde “tutuksuz” yargılanabiliyor. Bunun yanında üretmeyi reddeden; “durarak” olsun forumlarda “fikir teatisi” gerçekleştirerek olsun, sisteme hiçbir şekilde materyal faydası (para, rant, kâr, vb.) dokunmayanlar, potansiyel “tutuklu” görülerek hakir görülüyor, hakarete uğruyor, rencide ediliyor, sözlü veya somut şiddete maruz bırakılıyor.

Tüm direnenlerin görmesi gereken Gökçek Melih fenomeniyle, “dış mihraklar” edebiyatıyla direnişçilerin üzerine kâbus gibi çöken gücün kapitalizme ve bu suretle tamamıyla b/Batıya ait bir oluşum olduğudur. [2] Zaten “orada” olmayan şeriat tehlikesi, Yetvart Danzikyan'ın 8 Temmuz tarihli yazısında altını çizdiği gibi, “Bonapartist” bir tehdide evrilmiştir. [3] Naçizane fikrim: AKP ve Ekselansları Erdoğan ile mücadele, çalışkan, tutumlu, mütevekkil özne yapısının (homo oeconomicus'un) yapı-bozumunda; rasyonalizmin (akılcılığın) ekonomik, kültürel, siyasi yansımalarının eleştirisinde; ahlâkın yeknesak hayat düzeni, yekpare insan tasavvuru ve toplumsal adet ve alışanlıkların kritiği düzleminde ilerlemesi gerektiğidir. Direnişin ilk günlerinde “yazıldığı” gibi: Nitimur in vetitum. [4]



[1] Alfred Rosenberg, “The Earth-Centered Jew Lacks a Soul,” in George L. Mosse (ed.) Nazi Culture (New York: Shocken Books, 1966), pp. 75–78. Quoted from p. 77 (çeviri benimdir).

[2] Yetvart Danzikyan, “Şu resmi bize anlatabilir misiniz sayın vali,” Radikal içinde, 08/07/2013: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/yetvart_danzikyan/su_resmi_bize_anlatabilir_misiniz_sayin_vali-1140855

[3] Bkz. Georges Bataille, The Accursed Share [VOL. I] (New York: Zone Books), s. 123. & Georges Bataille, “The Psychological Structure of Fascism” Fred Botting ve Scott Wilson (ed.) The Bataille Reader içinde (Oxford: Blackwell Publishers), s. 177.

[4] "Yasaklanmış olana erişmektir amacımız".

~ Buğra Yasin