29 Mayıs 2013 Çarşamba

Klavyeden Dachau'a: Teknolojinin İki Yüzü (ikiyüzlülüğü değil)

I

Teknolojinin insanla olan ilişkisine yaklaşımımızın umumiyetle negatif yoldan gerçekleşmesi neye tekabül ediyor? Negatif bir ilişki içinde olmak ne demektir? Kabul görecektir ki insan ile teknoloji arasındaki bağın kendini açığa çıkarması, görünür olması bu ilişkinin sorunsallaştırıldığı ana içredir. Nitekim günlük yaşantımızda bu ilişkiyi sorgulamadan, çoğu kez aklımıza getirmeden kabul eder halde görünürüz. Görünür olmamız öyle kabul ediyor olduğumuza dair bir işarettir. Her işaret gibi bu bizim kadar diğer insanların da yaşadığımız çevrede yönünü bulmasına yardımcı olur. İşte içinde olduğumuz dünyaya karşı hayata geçirdiğimiz bu yönelimsellik bir harita görevi görür – kaybolmamamızı sağlar.

Lakin beklenmedik anlarda, aniden ortaya çıkan tekinsiz bir hadise mezkur haritada işgal ettiğimizi düşündüğümüz konumu kaybetmemize neden olur. Sadece bununla da kalmaz: öncesinde bir harita üzerinde olduğumuzu bize hatırlatmasından mütevellit, bir şeyi kaybetmiş bulunduğumuzu haber vererek iç kemiren bir endişeye veyahut genel anlamıyla korkuya neden olur. Yazımın başlangıcında insan ile teknoloji arasındaki ilişkiyi negatif olarak tanımlamamdaki amaç da budur: Teknoloji (techno-logy) karşımızda her daim mütecaviz bir güç olarak; yabancı ve tekinsiz bir mantık (logic) olarak belirir. Yavaşça, güven hissi aşılayarak gelmez; bir anda ortaya çıkar, tehditkâr ve kararlıdır.

Teknolojiye bu şekilde yaklaşmam okuyucuya göre gülünç ve riyakâr bir tanımlama olarak olarak yorumlanabilir. Nitekim bu yazının sizlere ulaşmasına vesile olan teknolojidir. Antropolojik bir açıdan yaklaştığımızda bu yazıyı kaleme alan (!) ellerim dahi teknolojinin asli bir unsuru olarak olarak düşünülemez mi? Bernard Stiegler, Technics and Time adlı kitabında şu şekilde not düşüyor:

'Pençeleri geride bırakıp elleri kullanabilir hale gelmek bir şeyi el ile işletebilmek (manipulate) anlamına gelmektedir. Ellerin işlettiği ise araç gereçlerdir. Elin el olabilmesi sanata, zanaate ve technē'ye imkan verebilmesi koşuluna dayanır. Ayakların ise alalade iki ayak olmayı bırakıp insan ayaklarına dönüşmesi, yürüyebilmesi ve bedenin yükünü taşıyabilmesi elin el olarak kendi içinde bulundurduğu potansiyeli gerçekleştirmesine izin verir. Bu aynı zamanda el ile yüz arasında yeni bir ilişki demektir ki jest ve konuşma yetisi ancak bu şekilde ortaya çıkabilir.' (1)

Lakin el, nihayetinde salt bir uzuv olarak teknolojiye tekabül etmez: Elin kavrayabilmesi, işletebilmesi elini kullanma yetisine sahip olan insanda technē potansiyeline delalet eder. Teknoloji bu açıdan, yani, elin tutabileceği araçların sınırsızlığı dolayısıyla sonsuz olasılıklara gebedir. Bilgisayarlar, akıllı telefonlar (smart-phones) işte bu sonsuz olanaklar içinde şimdilik gerçekleştirilmiş olanlardır. Küçük bir not: Telefon ile aklın bir araya gelmesi ilk bakışta onu önceki örneklerinden ayırma amaçlı niteliksel bir tanımlama olarak gözükse de teknoloji ile insan ilişkisindeki tekinsiz bir alana dair bir belirti (symptom) değil midir? Yirminci yüzyılın distopik kurgularından biri olan teknolojik “şey”lerin bilinç kazanabileceği endişesi, kapitalizm ve kültür endüstrisi işbirliğiyle nostaljik bir istihzaya dönüşmüş gözüküyor.

II

Teknolojinin mütecaviz bir güç olarak; yabancı ve tekinsiz bir mantık minvalinde belirmesi ile teknolojinin ortaya çıkışını muayyen bir koşula bağlamış oluyoruz. Nitekim herhangi bir şeyin kendini belli edişi onu ortaya çıkaran koşulun varlığına işaret etmektedir. Salt kendi kendinden ortaya çıkabilen bir şeyden söz edebilir miyiz? Allah/Tanrı/Yehova gibi temelde kendinden olduğu öne sürülen bir varlığın dahi dünya üzerinde zuhur edebilmesi, parıldayabilmesi, bu parıltının akislerini toplayacak bir sujeyi gerektirir. Bu yüzdendir ki XIX. Yüzyıl Hristiyan teolojisinin kırılma noktası olarak Ludwig Feuerbach'ın Das Wesen des Christenthums (1841) adlı yapıtına vurgu yapılır. Nitekim ilk kez bu kitapta Tanrı'nın varlığı insanın ontolojik ve psikolojik dinamiklerinde aranmaktadır. Tanrı'nın aşkın bir alemden dünyaya indirilip odak noktası insan olan bir paradigmanın ışığında değerlendirilmesi, Tanrı idesinin koşulu olarak insanı öne sürmekten başka bir şeye tekabül etmemektedir.

Pekala teknoloji ile olan ilişki hangi şekilde ortaya çıkmaktadır? Açıktır ki bu ilişkinin temeli de benzer şekilde insandır; ancak bu ilişki öyle bir nitelikte olmalıdır ki hem insana dair olmalı hem de insana kökensel olarak ait olmayan bir alanda tebahhür etmelidir. Öyleyse bu söz konusu tekinsiz alanı ölüm olarak nitelendirebilir miyiz? Gerçekten de XX. Yüzyıl süresince cereyan eden teknoloji münazaralarına göz attığımızda tek bir motif etrafında toplanmış beş farklı örnekle karşılaşırız: Kronolojik olarak ilerlememiz gerekirse bu örnekleri Birinci Dünya Harbi, Auschwitz, Hiroshima, Soğuk Savaş ve Çernobil nükleer faciası olarak sıralayabiliriz.

Bu örneklerden her birinde karşımıza çıkan motif ise teknoloji ile insan arasındaki ilişkiyi tekinsiz alana iten, dil ve mantık yoluyla kavranamayacak duruma çeviren unsurun insanlık (humanity) olgusunun tehdit altına girmiş olduğu, adeta kitlesel bir yok oluşla karşı karşıya gelmesi durumudur. Dikkatimizden kaçmaması gereken bir diğer unsur, insan ile teknoloji arasındaki ilişkinin, XX. Yüzyıl başlarında edebiyatta sıkça işlenen Kafkaesk bir motiften, yani birey ile bireyi zapt u rapt altına almaya çalışan bürokratik/teknolojik iradenin çarpışmasından çok farklı bir düzlemde gerçekleşiyor olduğudur. Akıllı telefonların, bilgisayarların, internet vb. bireysel açıdan büyük faydalar sağladığı yadsınamaz bir gerçek olmakla birlikte bu örnekler bize çok yönlü bir ilişkinin evcilleştirilmiş yüzlerini sunmaktadır. Ancak teknolojinin evcilleştirilemeyen, mantık ve sağduyu (sensus communis) yoluyla anlaşılabilir olmayan farklı yönleri de mevcuttur. Aşağıda izleyebileceğiniz film, İkinci Dünya savaşı esnasında Almanya'nın her biri yanını kaplamış olan irili ufaklı konsantrasyon kamplarından en önemlileri arasında sayılan Dachau'a ait görüntülerdir:




Hannah Arendt, “kamp” olgusunun analizinin kitlesel katliamları gerçekleştirebilecek zihniyetin tartışılmasıyla kısıtlanmaması gerektiğini; ölüm-politikası (thanato-politics) paradigmasının cisimleşmiş hali olan kamp olgusunun insan hayatı üzerinde ne gibi varoluşsal manipülasyonları olduğunun da gündeme getirilmesi gerektiğini öne sürerken bu videoda yüz yüze geldiğiniz insanlar adına bir talepte bulunuyordu. Arendt'e göre kampların en temel özelliği ölümü anonimleştirmesi, yani, kampta alıkonulmuş ve bilahare öldürülmüş olan bireylerin, isimlerinden koparılması vasıtasıyla varoluşlarının dünya üzerinden silinmesiydi (2). Yaşamış olduğumuzun, bu dünya üzerinde bulunduğumuzun, ve dolayısıyla doğmuş olduğumuzun yegâne kanıtı olan isimlerimizin ortadan kaldırılması ölümümüzü de değersiz bir şeye, alelade bir olaya indirgemez mi? Varoluşun sistematik olarak yok edilişi vasıtasıyla cinayet mefhumundan uzaklaşılıyor (ölüm ve hayat diyalektiğinin ötesine geçiliyor), geride hiçbir anının, hatıranın dile dahi getirelemeyeceği bir çöl, kendi içinde çelişkili bir yapı kümesi – bir imha (an-nihilation) fabrikası yaratılıyordu (3). Anılar olmadan nasıl yas tutulabilir? Hangi yolladır ki geride kalanlar ölenleri isimlerinden gayrı yâd edebilsin?

Dachau
Şehit olmak için şehit olduğunuzun gözlemlenmesine, bir “ikinci kişiye”; yani eylemlerin dile getirilebilmesine, eylemlerin aktarılmasına, yayılmasına, insanların kulağına ulaşmasına ihtiyaç duyulur. İngilizce'de şehit kelimesine tekabül eden martyr, etimolojik olarak incelendiğinde bizi Yunanca martis kelimesine – yani şehadete, tanık olmuş olma durumuna götürür. Bundan dolayıdır ki holocaust kelimesi Türkçe'de bu kelimeye mütekabil kullandığımız soykırım'dan daha derin anlamlar taşıyor: Holocaustos, Holocaustum, yani: tanığı olmayan olaylar (4).

İnsanın teknolojiyle olan negatif ilişkisinin kitlesel bir düzlemde yankı bulması bu ilişkiyi sezinleyen veya fark eden insana onurlu bir ödev yüklüyor: Devletin değil; devleti kullanan hangi güç odaklarının ne yollarla teknolojiyi günlük hayatımızda evcilleştirilmiş bir logos olarak yansıttığı; bu temsilin hangi gerçeklerin üzerine örterek başarılı olduğu; kaybolmamamızı nasıl sağladığı? Belki de kaybolmalıyız: Ancak nasıl kaybolmalı? O klişe emri yerine getirerek mi – Düşünerek mi? Düşüncelerimizin kendi kendine yaşayamayacağı Dachau ile ifşa edilmedi mi ?

Düşünmeyi ölüm kadar meşakatli bir ödev olarak gören bizler: Düşünmeliyiz ki ölebilelim. Bizim ödevimiz bu – ancak böyle yaşayabiliriz. En azından yaşamaya böyle başlayabiliriz.


(1) Bernard Stiegler, Technics and Time (California: Stanford University Press, 1998), p. 113. Çeviri bana ait.
(2) Arendt, The Origins of Totalitarianism (New York: Harcourt, 1976), s. 452.
(3) Ibid, s. 442.
(4) Erik Vogt, “S/Citing the Camp”, in Andrew Norris (ed.) Politics, Metaphysics, and Death (London: Duke University Press, 2005), ss. 74-106. Bkz., s. 82.


~ Buğra Yasin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder