Béla Tarr - Torino Atı (2011) |
Bundan önceki iki yazının felaket
temasını nasıl işlediğine bakarak başlamak istiyorum. Öncelikle iki yazının da
felaketi doğrudan dünyanın sonuyla bağdaştırması, arada kalan türlü doğal
afetleri veya insan eli değmiş yıkımları es geçmesi enteresan. Bunun en
belirgin sebebi muhtemelen Buğra’nın söylediği gibi felaketlerin bir Son hissiyatı ile doğrudan ilintili
olması ve Sonlara dair “iptidai” bir
korkunun ötesinde “daha derinlerde kök salmış” bir tür korkunun insan
varlığında önemli ölçüde yer alması olabilir. Yalnız bu tam olarak felaket
kavramıyla değil, Sonun her an bizi
vurabileceği ve aslında her saniye aramızdan birini vurduğu gerçeğiyle de
alakalı bir durum. Tarihimize baktığımızda her türlü sonun yeni bir başlangıç
olduğunu görüyor, bu açıdan da bize yaklaşacak bir takım sonların aslında
sonrasında gelişecek bir senaryonun başlangıcı olmasını bekliyoruz. Bu gibi
beklentiler de asıl korkunun felaketler değil, bize yaklaşacak sonların
gerçekten bir Son olma korkusundan
ibaret. Yani bahsedilen derin korkularımız bizi veya insanlığı değiştirecek bir
takım olaylar dizisi değil, bizi anlamın, tarihin ve zamanın kaybolduğu bir
hiçliğe doğru sürüklemesi olarak nitelendirilebilir.
İkinci önemli nokta ise felaket temalı
iki yazının da Kant referansıyla işe başlamış olması ve haliyle bu referansın
tesadüften öte bir yanı olması. Zira 1755 Lizbon depreminin Kant’ın düşünce
yapısına büyük ölçüde etkisi olduğu biliniyor. Modern zamanların en büyük
yıkımlarından biri olan Lizbon depremi şehrin büyük bölümünün yok olmasına,
sonrasında gelen yangınlar ve tsunami gibi ek felaketlerin de şehrin tüm
kiliselerin yıkılmasına sebep olmuş. Bu gibi olaylar zamanın düşünürleri
tarafından depremin bir “cezalandırma” olarak algılanmasını sağlamış. Buna karşın
Kant, depremin ölçeğinin büyüklüğü karşısında insanın ne kadar küçük ve aciz
kaldığını, çevremizde “sublime” olarak nitelendirebilecek bir takım
fenomenlerin varlığından bahsetmiş.
Lizbon depreminin dışında kısa insanlık
tarihi içerisinde yaşanan felaketlerin sayısı hiç de az değil. Y2K paniğinin
bir benzeri de Ortaçağ Avrupa’sında 1000 yılı arifesinde gerçekleşmiş,
sonrasında (ve tabii ki öncesinde) sayısız deprem, yangın, hastalık ve bilimum
doğal afetler insanlığı yeryüzünden silme noktasına yakınlaştırmış. Ayrıca
felaketlerin sadece doğal olaylarla değil, insan eli değmiş olaylar
neticesinden gerçekleştiğini, en yakın örneklerden biri olarak II. Dünya Savaşı
ve Yahudi Soykırımının insan hayatı (ve özellikle Avrupa kültürü) üzerinde
gerçekleştirdiği etkileri göz ardı etmemek gerekiyor. Bu açıdan da felaket,
doğal olayların ötesinde, bir o kadar da insanlıkla bağdaştırabileceğimiz bir
olaylar dizini oluyor. Lizbon depremi bu açıdan Aydınlanma dönemi
düşünürlerinin felaket ile insan arasındaki bağlantıyı kurcalamarına sebep olan
afetlerin ilki olma özelliğini taşıyor.
Felaketlerin sinemada olan temsili ise
genellikle yüzeysel bir biçimde heyecan içeren, bir yandan da Umut’un dediği
gibi “sublime” görüntüler eşliğinde anlatılan ve neticede dolaylı yoldan da
olsa olağanüstü durumlarda gelişen insan ilişkilerini araştıran anlatılar
olarak yeralıyor. Bu yazıda bilindik felaket anlatılarının ötesinde, felaket
sürecini ve neden-sonuç ilişkilerini açıkça belirtmek yerine felaketin kendi
içinde ne olabileceğini, felaketin insanlıkla olan ilişkisini inceleyen bir
filmden bahsetmek istiyorum. Ard arda gelen felaket filmleri arasında oldukça
farklı bir yerde konumlandırabileceğimiz Torino
Atı (Béla Tarr, 2011), felaket hakkında olsa da felaketin (bu durumda
Dünya’nın sonunun) çıplak gözle görüldüğü bir film değil. Ayrıca felaketin
sebeplerini ya da sonrasında var olabilecek bir durumu da hiçbir şekilde yansıtmayan,
kısacası herhangi bir açıklamada bulunmaktan kaçınan bir film. Olaylar
dizisiyle bağlanmış bir anlatıdan ziyade tarihsel bir anekdotla başlayan ve
sonrasında felsefi spekülasyonlarla çerçevelenmiş kısa bir metinden uyarlanan
film Macaristan’ın ücra bir köşesinde yaşayan bir takım karakterlere
odaklanıyor. Tarr’ın diğer filmlerine dahi oranla aşırı derecede minimalist
olan, anlatı düzeyinde ise karakterler hakkında bize görünümleri dışında pek
bir bilgi sunmayan filmde bir kolundan sakat olan baba, evde ona yardımcı olan
ve her gün yemek için patates haşlayan kızı ile kasabaya gitmek için
kullandıkları at dışında, Nietzsche’den esinlenerek uzunca bir monolog
sergileyen komşu bulunuyor. Nietzsche’nin deliliğe teslim olmadan önce
Torino’da dayak yiyen bir ata sarıldığı iddiasıyla başlayan filmin çıkış
noktası ise “Ata ne oldu?” sorusu.
Béla Tarr’ın son filmi olarak tanımladığı
Torino Atı kavramsal olarak da farklı Sonları
kapsıyor. Yemek yemekten, su içmekten ve bağlı olduğu at arabasını çekmekten
vazgeçen bir at bu vesileyle çalışmaktan, film yapmaktan ve fikir üretmekten
vazgeçmek isteyen bir yönetmenin hayvansal bir alter egosu olarak karşımıza
çıkıyor. Altı farklı güne ayrılan filmde ise her yeni gün farklı bir son
getiriyor: kuruyan kuyu, pálinkası
biten yarı-deli bir komşu, filmin başından beri esen rüzgarın ani duraksaması
ve son olarak da lambaların çalışmaması, ışığın, yani sembolik olarak hayatın,
sona erdiği veya ermek üzere olduğunun sinyallerini veriyor.
Felaket sürecinin ötesinde, felaketlerin
bir fikir olarak insan üzerinde olan etkisinden de bahsetmek gerekiyor bu
noktada. Özellikle bazı filmlerin felaket süreci yerine, felaket sonrası insan
düzenine, ya da felaket öncesindeki insan korkularının ve ilişkilerinin tasvir
edilmesi yer alıyor. Bazılarında ise felaket tamamen arka plana atılarak
kavramsal bir niteliğe kavuşuyor. Torino
Atı’nın bir olay örgüsü işlemesi yerine önemsiz gibi görülen günlük
durumlarda ısrar etmesi, sonrasında da dünyanın sonunun geldiğini yavaş yavaş,
kademe kademe hissettirmesi de bize önemli bir ipucu sunuyor. Her ne kadar yönetmen,
yaratılışın da altı gün sürdüğü hipoteziyle başlayan ve filmin dünyanın sonu
alegorisi olduğunu gösteren okumalara karşı çıksa da, filmin bize yönelttiği
soruları açığa kavuşturmak gerekiyor.
Yoksa Tarr, felaketlerin özel bir olay
değil, insanların günlük hayatıyla eşdeğer bir durum olduğunu mu söylemeye
çalışıyor? Yani aslında felaket her gün gerçekleşebilecek, çoğu açıdan doğal, tarihsel
olarak ise rutin ve normal bir durum. Dolayısıyla da bizim, insan olarak
varoluşumuzun, bir nevi doğanın felaketi olarak algılamak mümkün mü? Ekolojik
bir felaketin pek de uzak olmadığı bir dönemde, insanın özünde
“self-destructive” ve felaketleri bir Sondan
ziyade kavramsal bir fetiş olarak gören bir yıkım hastası olarak tanımlamak
mümkün mü?
~ Emre Çağlayan