29 Ekim 2012 Pazartesi

Torino Atı, Felaket, Yıkım


Béla Tarr - Torino Atı (2011)

Bundan önceki iki yazının felaket temasını nasıl işlediğine bakarak başlamak istiyorum. Öncelikle iki yazının da felaketi doğrudan dünyanın sonuyla bağdaştırması, arada kalan türlü doğal afetleri veya insan eli değmiş yıkımları es geçmesi enteresan. Bunun en belirgin sebebi muhtemelen Buğra’nın söylediği gibi felaketlerin bir Son hissiyatı ile doğrudan ilintili olması ve Sonlara dair “iptidai” bir korkunun ötesinde “daha derinlerde kök salmış” bir tür korkunun insan varlığında önemli ölçüde yer alması olabilir. Yalnız bu tam olarak felaket kavramıyla değil, Sonun her an bizi vurabileceği ve aslında her saniye aramızdan birini vurduğu gerçeğiyle de alakalı bir durum. Tarihimize baktığımızda her türlü sonun yeni bir başlangıç olduğunu görüyor, bu açıdan da bize yaklaşacak bir takım sonların aslında sonrasında gelişecek bir senaryonun başlangıcı olmasını bekliyoruz. Bu gibi beklentiler de asıl korkunun felaketler değil, bize yaklaşacak sonların gerçekten bir Son olma korkusundan ibaret. Yani bahsedilen derin korkularımız bizi veya insanlığı değiştirecek bir takım olaylar dizisi değil, bizi anlamın, tarihin ve zamanın kaybolduğu bir hiçliğe doğru sürüklemesi olarak nitelendirilebilir.
İkinci önemli nokta ise felaket temalı iki yazının da Kant referansıyla işe başlamış olması ve haliyle bu referansın tesadüften öte bir yanı olması. Zira 1755 Lizbon depreminin Kant’ın düşünce yapısına büyük ölçüde etkisi olduğu biliniyor. Modern zamanların en büyük yıkımlarından biri olan Lizbon depremi şehrin büyük bölümünün yok olmasına, sonrasında gelen yangınlar ve tsunami gibi ek felaketlerin de şehrin tüm kiliselerin yıkılmasına sebep olmuş. Bu gibi olaylar zamanın düşünürleri tarafından depremin bir “cezalandırma” olarak algılanmasını sağlamış. Buna karşın Kant, depremin ölçeğinin büyüklüğü karşısında insanın ne kadar küçük ve aciz kaldığını, çevremizde “sublime” olarak nitelendirebilecek bir takım fenomenlerin varlığından bahsetmiş.
Lizbon depreminin dışında kısa insanlık tarihi içerisinde yaşanan felaketlerin sayısı hiç de az değil. Y2K paniğinin bir benzeri de Ortaçağ Avrupa’sında 1000 yılı arifesinde gerçekleşmiş, sonrasında (ve tabii ki öncesinde) sayısız deprem, yangın, hastalık ve bilimum doğal afetler insanlığı yeryüzünden silme noktasına yakınlaştırmış. Ayrıca felaketlerin sadece doğal olaylarla değil, insan eli değmiş olaylar neticesinden gerçekleştiğini, en yakın örneklerden biri olarak II. Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımının insan hayatı (ve özellikle Avrupa kültürü) üzerinde gerçekleştirdiği etkileri göz ardı etmemek gerekiyor. Bu açıdan da felaket, doğal olayların ötesinde, bir o kadar da insanlıkla bağdaştırabileceğimiz bir olaylar dizini oluyor. Lizbon depremi bu açıdan Aydınlanma dönemi düşünürlerinin felaket ile insan arasındaki bağlantıyı kurcalamarına sebep olan afetlerin ilki olma özelliğini taşıyor.
Felaketlerin sinemada olan temsili ise genellikle yüzeysel bir biçimde heyecan içeren, bir yandan da Umut’un dediği gibi “sublime” görüntüler eşliğinde anlatılan ve neticede dolaylı yoldan da olsa olağanüstü durumlarda gelişen insan ilişkilerini araştıran anlatılar olarak yeralıyor. Bu yazıda bilindik felaket anlatılarının ötesinde, felaket sürecini ve neden-sonuç ilişkilerini açıkça belirtmek yerine felaketin kendi içinde ne olabileceğini, felaketin insanlıkla olan ilişkisini inceleyen bir filmden bahsetmek istiyorum. Ard arda gelen felaket filmleri arasında oldukça farklı bir yerde konumlandırabileceğimiz Torino Atı (Béla Tarr, 2011), felaket hakkında olsa da felaketin (bu durumda Dünya’nın sonunun) çıplak gözle görüldüğü bir film değil. Ayrıca felaketin sebeplerini ya da sonrasında var olabilecek bir durumu da hiçbir şekilde yansıtmayan, kısacası herhangi bir açıklamada bulunmaktan kaçınan bir film. Olaylar dizisiyle bağlanmış bir anlatıdan ziyade tarihsel bir anekdotla başlayan ve sonrasında felsefi spekülasyonlarla çerçevelenmiş kısa bir metinden uyarlanan film Macaristan’ın ücra bir köşesinde yaşayan bir takım karakterlere odaklanıyor. Tarr’ın diğer filmlerine dahi oranla aşırı derecede minimalist olan, anlatı düzeyinde ise karakterler hakkında bize görünümleri dışında pek bir bilgi sunmayan filmde bir kolundan sakat olan baba, evde ona yardımcı olan ve her gün yemek için patates haşlayan kızı ile kasabaya gitmek için kullandıkları at dışında, Nietzsche’den esinlenerek uzunca bir monolog sergileyen komşu bulunuyor. Nietzsche’nin deliliğe teslim olmadan önce Torino’da dayak yiyen bir ata sarıldığı iddiasıyla başlayan filmin çıkış noktası ise “Ata ne oldu?” sorusu.
Béla Tarr’ın son filmi olarak tanımladığı Torino Atı kavramsal olarak da farklı Sonları kapsıyor. Yemek yemekten, su içmekten ve bağlı olduğu at arabasını çekmekten vazgeçen bir at bu vesileyle çalışmaktan, film yapmaktan ve fikir üretmekten vazgeçmek isteyen bir yönetmenin hayvansal bir alter egosu olarak karşımıza çıkıyor. Altı farklı güne ayrılan filmde ise her yeni gün farklı bir son getiriyor: kuruyan kuyu, pálinkası biten yarı-deli bir komşu, filmin başından beri esen rüzgarın ani duraksaması ve son olarak da lambaların çalışmaması, ışığın, yani sembolik olarak hayatın, sona erdiği veya ermek üzere olduğunun sinyallerini veriyor.
Felaket sürecinin ötesinde, felaketlerin bir fikir olarak insan üzerinde olan etkisinden de bahsetmek gerekiyor bu noktada. Özellikle bazı filmlerin felaket süreci yerine, felaket sonrası insan düzenine, ya da felaket öncesindeki insan korkularının ve ilişkilerinin tasvir edilmesi yer alıyor. Bazılarında ise felaket tamamen arka plana atılarak kavramsal bir niteliğe kavuşuyor. Torino Atı’nın bir olay örgüsü işlemesi yerine önemsiz gibi görülen günlük durumlarda ısrar etmesi, sonrasında da dünyanın sonunun geldiğini yavaş yavaş, kademe kademe hissettirmesi de bize önemli bir ipucu sunuyor. Her ne kadar yönetmen, yaratılışın da altı gün sürdüğü hipoteziyle başlayan ve filmin dünyanın sonu alegorisi olduğunu gösteren okumalara karşı çıksa da, filmin bize yönelttiği soruları açığa kavuşturmak gerekiyor.
Yoksa Tarr, felaketlerin özel bir olay değil, insanların günlük hayatıyla eşdeğer bir durum olduğunu mu söylemeye çalışıyor? Yani aslında felaket her gün gerçekleşebilecek, çoğu açıdan doğal, tarihsel olarak ise rutin ve normal bir durum. Dolayısıyla da bizim, insan olarak varoluşumuzun, bir nevi doğanın felaketi olarak algılamak mümkün mü? Ekolojik bir felaketin pek de uzak olmadığı bir dönemde, insanın özünde “self-destructive” ve felaketleri bir Sondan ziyade kavramsal bir fetiş olarak gören bir yıkım hastası olarak tanımlamak mümkün mü?
~ Emre Çağlayan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder